Taylan Özgür KÖŞKER (Güne Özel Hikayeler)


Ah Tamara

Ah Tamara


 

Dolmuş, Doğubeyazıt´ta yarım saat kadar bekledi. Van´a gideceğiz. Yol, yaklaşık iki saat sürüyor. Kırmızı renkli dolmuşun, parlak gri renkli muşambayla kaplı koltuklarında oturuyoruz. Yolcular da bekliyor. Kimisi henüz binmemiş, dışarıda dikiliyorlar.

İçeriye az sonra çocuk yaşta satıcılar dalıp girdi. Girer girmez de bas bas bağırmaya başladılar.

"Lahmacuuun!"

"Lahmacuncuu!"

Arasıra da lahmacun sözcüğündeki h´leri bastırarak:

"Hayde lahhmacuun!" diye bağırdılar bir süre.

Fakat kimse dönüp onlara bakmadı. Çocuklar da gittikçe seslerini kıstılar. Herkes, onların gitmesini sabırla bekledi.  Sonra umutlarını kesip ellerindeki lahmacun dolu tepsileriyle yine "Lahmacuun!" diye diye indiler ve gittiler.

            Mart ayının son günleri olmasına karşın her yan hala bembeyazdı. Durmaksızın, aylarca kar yağmıştı.

            İşte dolmuş sürücüsü, soğuktan üşümüş ellerini ovuşturarak geldi. Sürücü, arabayı çalıştırdı ve yola çıktı.

 Çamurlu sokaklar, kalabalık olan tek cadde, toprak damlı evler, sıra sıra, üst üste dizili tezeklerin olduğu alçacık duvarlar bir bir geçildi.

            En arka koltukta oturduğum için dolmuşun penceresinden etrafı daha rahat görebiliyordum. Arkamı döndüm. Seyretmeye doyamadığım Ağrı Dağı´na uzun uzun baktım. Dolmuş, inişlerden iniyor yokuşlardan çıkarak ilerliyordu. Ağrı Dağı aşkın bir dağdı. Soylu, dimdik, yaz kış doruğu karlı... Bu dağa, Ararat Dağı derlerdi.

            Doğubeyazıt´tan uzaklaşırken Ağrı Dağı, bulutların ardından ara sıra gözüküyordu. Dağ, yitip gidene değin doyasıya baktım.

             En sonunda Van gölüne yaklaştık. Dolmuş, yoldan ördek topluyordu. Yolun kenarında elini kaldırıp bekleyen her yolcuyu alıyordu. Kimi yolcuları da köylerine yakın yerde, yolun kenarında indiriyordu.

            Van gölünü izlemeye daldım bir süre. Kocaman, deniz gibi bir göl. Vanlılar Van Gölü demiyorlardı. Van Denizi diyorlardı. O kadar büyük, alabildiğine geniş, upuzun...

            Yoldan geçerken kalınca montlu bir adam el kaldırdı. Araba yavaşlayarak durdu. Bir yolcu daha binmiş oldu.

            Yeni binmiş olan yolcu, gelip yanımdaki koltuğa oturdu.

"Merhaba". Dedi.

"Merhaba."

            Bana sorarsanız "Merhaba" bir insana sunulacak en içtenlikli selamdır. Daha senli benli, daha yapmacıksız gelir.

Kısa bir süre sessizlik oldu.

            Pencereden Van Gölü görünüyordu. Van Gölü takır takır buz tutmuştu. Bulutlarla, belli belirsiz görünen Süphan Dağı gerçekten göz alıcıydı.

Dalıp gitmiştim gölün seyrine. İzlemesine doyum olmuyordu. O sırada az önce binmiş olan yolcu sanki içimden geçenleri okumuş gibi göle doğru baktı,

"Sen bir de ilkbaharda göreceksin burayı." dedi. 

Yüzüne baktım. Kartal burunlu, ince, zayıf biriydi. Gülümseyen gözleriyle bakıyordu bana.

"Nasıl olur ki baharda?"

"Masmavi, tertemiz olur, hatta istersen suya da girebilirsin, yüzmeyi biliyorsan."

"Sahi mi? Giriliyor muydu göle?"

"Girilir benim babam." dedi.

Kendisini tanıtmaya çalıştı.

 "Adım Yaşar. Sen de adını bağışla."

Ben de adımı söyledim.

"Siz hiç girdiniz mi Yaşar ağabey?" diye sordum.

 Gülümsedi. Sonra anlatmaya başladı.  Konuşmasından,  attığı şen kahkahalardan yaşama sevinci, yarının umudu fışkırıyordu. Gülerken gözlerinden yaş gelene dek gülüyordu.

" Bu yöreleri adım adım, dağ dağ, tepe tepe dolaşırım. Ayağımın basmadığı bir yer kalmamıştır desem yeridir. Dağlardan kekik, papatya, reyhan ve adını hatırlamadığım türlü türlü otları toplar satarım. Geçimimi bunlarla sağlarım.

Hakkâri, Yüksekova, Van, Erzurum, Ağrı´ya kim bilir kaçıncı gidişimdir. Doğubeyazıt, Iğdır, Kars, Ardahan yörelerini avucumun içi gibi bilirim.

            Bir gün Doğubeyazıt´tan Van´a dönüyordum. Hava güneşli, pırıl pırıl. En ufak bir esinti yok. Göl, güneşin de etkisiyle parlıyor, insanın gözünü kamaştırıyor.

            Tam bu Van Gölüne yakın bir yerden geçiyorduk. Dolmuş sürücüsüne seslendim.

" Gelmişken şurada biraz göle girsek ya, ? dedim.  ?Ne güzel olurdu, hava da çok güzel."

            Sürücü karşı çıkmadı. "Siz ne derseniz uyarım. Olur, hadi durayım." dedi.

            Diğer yolcular da kabul ettiler. "Hem dinleniriz, hem de rahatlarız." dediler.  Ama arabanın en önünde  oturan yolculardan biri karşı çıktı.

" Yok, olmaz, ben bekleyemem" dedi. "İşim gücüm var. Basıp gidelim yolumuza."

            O, kabul etmeyince yolda durmaktan vazgeçtik. Bir kişi de olsa onun rızası olmadan duramazdık. Bizim suya girme düşümüz de kursağımızda kaldı."

Sonra yeniden gülmeye başladı. Ağız dolusu bir kahkaha attı. 

            "Aradan, yarım saat geçmemişti ki arabanın tekeri patlamasın mı."

Yine gözünden yaşlar gelene dek kahkahalarla güldü. Gülerken bıyıkları, bol kaşları daha çok belli oluyordu.

 "Tabi belli etmedim ama içimden kıs kıs gülüyordum. Bir keyiflendim ki deme gitsin. Sevinçten nerdeyse kuş gibi uçacaktım. En önde oturan adamın yüzünü görmeliydin. Öyle bozuldu ki anlatamam.  Tekerlek sorunu halledilene değin bol bol suya girdik, keyfimize baktık. O günü hiç unutamam."

            O, gülerek bu güzel anısını anlatırken papatya, reyhan, kekik otlarını dağlarda, tepelerde dolaşarak toplayışı bir anda gözümün önüne geldi.  İçimden gelen bir sesle "Sen çok yaşa ağabey!" dedim.

            Ben de gülmeye başladım. Bir anda neşem yerine gelivermişti. Dalgınlığım, sıkıntım bir anda yok olup gitmişti.

            Biraz daha ilerledik. Yol boyunca konuşuyorduk. Bu konuşmalar sırasında bana bir de Akdamar adasını, bu adanın masalını anlattı.

            Akdamar adası, Van´ın Gevaş ilçesi yakınlarında, Van Gölü´nde bulunan bir adaymış. Ada´nın kıyıya uzaklığı beş kilometreymiş. Bugün, bu adada kimsecikler oturmuyormuş. Ama Van Gölü´nün bütün martıları oraya toplanmış, orada yaşıyormuş. Ve çokça badem ağacıyla, fundalıklarla kaplıymış. Bu adaya şimdi düzenli gemi seferleri yapılıyormuş. Ama asıl özelliğini, güzelliğini ünlü kilisesinden alırmış.      

Akdamar Kilisesi´nin yapımı yüz yıl sürmüş. Dış yüzeyi çok güzel süslemelerle kaplıymış. İçinde kutsal kitaplardan alınan konuları işleyen kabartmalar varmış. Adem ile Havva´nın cennetten kovuluşu, Yunus yalvaç´ın balık karnına düşüşü ve daha buna benzer nice öyküler...

            Ada, o zamanlar şimdikinden de güzelmiş. Martılar daha tatlı öter, bademler baharda açarmış. Adaya bir ayak basan bir daha geri dönmek istemezmiş. Ancak adaya her önüne gelen elini kolunu sallaya sallaya giremezmiş.  Neden dersen, keşişler buna izin vermezmiş. Ada, keşişlerinmiş. Orada, sadece, keşiş olmak isteyenler yaşarmış. Keşiş olmayanlar da ayrılıp gidemezlermiş.

            Adada, kilisenin baş keşişi olan, dediği dedik bir adam varmış. Onun da, uysal mı uysal, güzel mi güzel bir kızı varmış.  Bu güzeller güzeli genç kızın adı Tamara´ymış. 

Tamara, bayramlarda başına çiçeklerin en güzellerini takar, giyitlerinin en güzellerini giyer, kiliseye öyle gidermiş. Ona bakan öbür keşiş kızları da öyle yaparmış. Bu kızlar içten içe Tamara´yı kıskanırmış. Yüzüne gülmeleri baş keşiş olan babasından korktukları içinmiş.

            Adanın karşı kıyısında da yalnız başına yaşayan bir delikanlı varmış. Kimmiş, neyin nesiymiş bilen yokmuş. Ama yiğitliği, gözü pekliği o yörede söylenir dururmuş.

 Bu delikanlı yakışıklı olduğu kadar da;  zeki, kibar ve gözü karaymış.  Gündüzleri gölde avladığı balıkları yer, martılarla selamlaşır, göle akan tatlı sulardan içermiş. Sıcak basınca da, adaya bakan bir ağacın altına uzanır, oracıkta uyurmuş. Uyanınca göle girer, saatlerce yüzermiş. Yüzücülükte üstüne yokmuş. Bir daldı mı yedi kat suyun altına girer, bir çıktı mı ta mavi dalgaların arasından başı görünürmüş.

            Günün birinde, böyle dalıp çıka çıka yüzerken bir de bakmış ki ne görsün. Adaya ulaşmasına yalnız üç kulaç kalmış.

"Buraya kadar gelmişken hele şu adaya bir çıkayım" demiş. Kayalık bir yerden ayak basmış adaya. Badem ağaçları arasında saklanıp,  yakından görmek istemiş. Etrafı incelerken bir de bakmış az ötesinde, çiçek çiçekler koparıp başına takınan bir kız. İnceden bir türkü mırıldanıyormuş. Delikanlının aklı başından gitmiş. "Hele kendine gel" deyip, biraz daha yaklaşmış kıza. Kız, delikanlıyı görünce, önce kaçmaya yeltenmiş, ama sonra, delikanlının güzelliğine kapılıp, öylece kalakalmış.

Delikanlı, kıza yaklaşıp,

"Kimsin, neredensin ?" deyince, kız kendine gelmiş.

"Hele sen söyle" demiş.  "Sen kimsin, ne yaparsın?" Buraya nasıl geldin? Bir gören olduysa yandığının resmidir!?

            Delikanlı, o zaman, olanı biteni anlatmış. "Karşı kıyıda yaşarım" demiş. "Göl, benim dünyamdır. Kimim kimsem yok. Martılar arkadaşım, ağaçlar sırdaşım, balıklar aşımdır. Gölün dalgalarıyla kucaklaşır, kıyının kumlarıyla oynaşır, yaşayıp giderim."

            Kız, kendisi gibi ele avuca sığmaz birini bulduğunu düşünmüş. "Ben de baş keşişin kızıyım, adım Tamara.  Yakarılardan, kutsal kitaplardan ve de keşişlerden sıkıldıkça, alır başımı buralara gelirim. Benim de ağaçlar sırdaşım, martılar arkadaşımdır. Çiçekleri görmediğim günler, kendimi yaşamış saymam. Onun için kışı hiç sevmem.  Ak köpükleri beni coşkulandırır ama dalgalardan korkarım. Gölü, mavi, durgun olduğu zaman severim. Şuradan göle girerim.?

 Eliyle göstermiş o yeri. Orası delikanlının adaya ayak bastığı yermiş. Kayalıkça, ama kuytu bir kumsal...

            Böylece, Tamara ile delikanlı, bir süre konuşup, ayrılmışlar. Ayrılırken de, ara sıra o kayalığa gelip arkadaşlık etmek için birbirlerine söz vermişler. Verilen söz tutulmak içindir. Onlar da öyle yapmışlar, sözlerinde durmuşlar.

            Gizli saklı buluşmuşlar. Günler, göz açıp kapayıncaya değin geçip gitmiş. Derken adına "sevi" denilen bir duygu usul usul gelip her ikisinin de içine oturmuş. Ancak Tamara´yı bir korku almış. "Ya babam duyarsa, ya bir gören olursa?" .

Bu kaygısını dile getirince delikanlı, "Haklısın" demiş. " Bundan sonra gündüzleri değil, geceleri buluşalım. Akşam bastı mı, bir mum alırsın, kayalığa gelirsin. Ben karşıdan, mumun ışığını görünce, sana doğru yüzer gelirim."

            Böyle düşünüp, konuşup karara varmışlar.

            Bir süre de böyle geçmiş. Tamara akşam olup ortalıktan el ayak çekildi mi, kayalığa gelip mumu yakıyormuş. Bir zaman sonra, gölün sularını kulaçlarıyla yara yara delikanlı gelirmiş.

Bu böyle ne denli sürmüş, bilinmez.

            Günlerden bir gün, Tamara´yı kıskanan kızlardan biri, işin nereye vardığını görmüş. Yememiş içmemiş, gidip baş keşişe her şeyi anlatmış. "Tamara, her gece o kayalıkta mum yakıyor. Bir delikanlı ışığa doğru yüzerek geliyor ve buluşuyorlar." demiş.

            Baş keşiş, bunu duyunca beyninden vurulmuşa dönmüş.

Olanları anlatan kıza, "Bunu benden başka kimseye söylersen seni bu adadan sürerim, eğer dilini tutup da kimseye bir şey söylemezsen yakında seni rahibe yaparım." demiş. "Bu gece beni oraya götür, gözlerimle göreyim."

            O gece baş keşiş, buluştukları anı gözleriyle görmüş. Neye uğradığını şaşırmış. Allak bullak olmuş.

            Sonra ne yapmış dersiniz?

Bu durumu ele güne duyurmadan nasıl çözerim diye kara kara düşünmeye başlamış.

O düşünedursun, ertesi gün kara bir yel gölün mavi sularını dalgalandırmaya başlamış. Ak ak köpürmekte olan göl, akşama doğru azgın bir fırtınayla dalgalanmaya başlamış. 

            Baş keşiş, "Olursa bu gece olur, olmazsa yanarız. Durum, dillere düşerse onurumuz iki paralık olur." diye içinden geçirip karar vermiş. Bu gece o mumu kayalıkta kendisi yakacakmış. "Işığı gören delikanlı, eğer sevgisi derinse, fırtına falan dinlemez, adaya gelir, kendini göle atar." diye düşünmüş.

            Henüz gündüzken fırtına çıkacağını anlayan Tamara, o gece kayalığa gitmemiş.

            Bu, baş keşişin işini daha da kolaylaştırmış.

            Fırtına sürüp gider, dalgalar kıyıları döverken, delikanlı bir bakmış ki, karşıda Tamara´nın ışığı kendisini çağırmakta. Durmak olur mu? Gölün dalgaları arasına kendini atmış. Kabaran dalgalar, her kulaç atışında sanki onu göklere kaldırıyor, sonra alıp denizin dibine indiriyormuş.

Dalgalar, onu her kaldırışta adadan gelen ışığı görüp güç alıyor; her indirişte, ışığı yitiriyor, sonra gücünü yeniden toplamaya çalışıyormuş.

Böyle yüze yüze, aradan saatler geçmiş. Bir türlü kayalığa ulaşamamış. Yaklaştığında ise gücü iyice kesilmiş, kolunu kaldıramayacak duruma gelmiş. Tam o sırada, fırtına yeniden şiddetlenmiş. Delikanlı, son kez soluğunu toplamış ve "Ah Tamara!" diye bağırmış. Sesi,  dalgaların ve fırtınanın sesine karışmış.  Sonra adanın tamamına yayılmış. "Ah Tamara! Ah Tamara!

Bu, onun son sözü olmuş.

            Bu sesi duyan Tamara, koşup kayalığa gelmiş. Bakmış ki babası elinde yanan bir mum tutmakta. Durumu hemen anlamış. Kendini gölün dalgaları arasına atmış. Gölün dalgaları ikisini birden yutmuş.

            O yüzden denir ki, bu adanın adı delikanlının "Ah Tamara!" diye bağırmasından çıkmış, günümüze gelene dek söylene söylene "Akdamar" olmuş.

             Yaşar ağabey anlattığı öyküyü burada bitirdi. Bu öykü beni çok etkilemişti. Sonra söyleşimizi kaldığımız yerden sürdürdük.

Ve sonunda Van´a gelmiştik. Kocaman bir Van Kedisi heykelinin önünden geçtik. Otogara yöneldik. Sürücü, bütün dolmuş sürücülerinin söylediği gibi ? Cümleten geçmiş olsun.? dedi.

            Böylesine hüzünlü bir öykü anlatmasına karşın ben Yaşar ağabeyi her zaman ağız dolusu şen kahkahalarıyla, dağlardan kekik, reyhan, papatya toplayışıyla hatırlayacağım.

            Van´da yapmam gereken işleri bitirdim. Akşam olmadan Doğubeyazıt dolmuşuyla yeniden ilçeye döndüm.

İndiğimizde lahmacuncu çocuklar yine yetişti. Yorgun, etkileyici, garip ve rahatsız hissettiğim havada insana hüzün veren sesleriyle bağırıyorlardı.

?Lahmacuuun.?

?Lahmacuuun.?

  • BIST 100

    8718,11%-1,25
  • DOLAR

    32,29% 0,52
  • EURO

    35,13% 0,13
  • GRAM ALTIN

    2242,99% 0,73
  • Ç. ALTIN

    3950,05% 1,42
  • Salı 15.7 ° / 3.8 ° false
  • Çarşamba 7.9 ° / 2.4 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Perşembe 12.4 ° / 3.3 ° Güneşli

Balıkesir

19.03.2024

  • İMSAK 05:43
  • GÜNEŞ 07:06
  • ÖĞLE 13:21
  • İKİNDİ 16:45
  • AKŞAM 19:26
  • YATSI 20:44