Taylan Özgür KÖŞKER (Güne Özel Hikayeler)


EKİN

EKİN


 

                 Mevsim bahardı, mayıs ayıydı. Güneş; dünyaya gülen, sıcacık yüzünü gösteriyordu. Yemyeşil çayırlar büyümeye başlamış, meyve ağaçları çiçek açmıştı.

                Okulun yanında yöresinde dolanan çoban, keçilerini, koyunlarını otlatıyordu. Her koyunun üzerinde bir karga vardı. Tüyleri  kara kara balkıyan kargalar, koyunların yünlerinden alabildiklerini koparıp yuva yapıyorlardı. Keçiler, otların çevresindeki çiçek açmış dikenleri yiyordu. 

                Sınıfın penceresinden deniz, çok uzaklardaymış gibi görünüyordu. Havalar ısındığı için gemiler de geçmeye başlamıştı.

                Öğretmen dördüncü dersine girdi. Bu derste kitap okuyacaklardı. Okuma saatinde öğretmenleri dolaplarındaki kitapları masasının üzerine koyar, herkes gelip okuyacağı masalı, öyküyü seçerdi.

                Öğretmen, öğrencilerine dünyanın en soylu, en güzel, en eğlenceli alışkanlığını edindirmeye çalışıyordu.

                Yerlerine oturur, sessizce okurlardı. Öğretmen de kendi romanını okurdu. Bazen çocuk kitaplarını da seve seve, keyifle okurdu.

                Kış ayları boyunca hiç sınıftan çıkmadıkları için bu güzel havayı kaçırmak istemiyorlardı. 

     "Çocuklar bugün kitaplarımızı dışarıda okuyalım mı? Ne dersiniz?"

     Çığlık çığlığa bağrıştılar. Nazlı, Yağmur, Yiğit, Dolunay, Cemre, Eren sevinçle birbirine sarıldı. Çığlıkları sınıfın içinden taştı. Dışarı koştular.  

     Okulun arka bahçesi çayırdı, çimendi. Çok çam ağacı vardı. Herkes birbirine yakın çam ağaçlarının gölgesine gidip oturdu.

     Öğretmen ve birkaç öğrenci sınıftaki kitapları alıp  dışarıya taşımaya koyuldular.

     Arka bahçeye geldiler. Ellerindeki kitapları çayırlara serdiler. Kitabını seçip alan çam ağacının gölgesine geçip oturdu. Okumaya başladı. 

     Biraz ötelerinde top sahası vardı. Arada bağrışmalar gelse de kimse aldırmıyordu. Ama uğultular çoğalmaya, gürültü artmaya başlayınca  Elif seslendi top oynayan çocuklara:

     "Hey arkadaşlar! Kitap okumaya çalışıyoruz şurada, birazcık sessiz olun".

     "Tamam" dedi çocuklardan biri. Bağırıp çağırmayı kesip oyunlarını sürdürdüler.

   Kitap okuyanlar,  aradan kısa bir zaman geçtikten sonra sıkılmaya başladılar. Söylenmeye, birbirlerinden yakınmaya başladılar.

     "Öğretmenim çok ses yapıyorlar, anlayamıyorum okuduğumu."

     "Öğretmenim Ali beni rahatsız ediyor."  

     "Öğretmeniiim!"

     "Efendim?"

     "Ne zaman eve gideceğiz"?

     "İki ders sonra"

     "Öğretmeniiim!"

     "Evet, ne oldu? Yine ne diyeceksin bakalım?"

     "Aslı bana küstü."

     "Küstüyseniz barışın o zaman."

     "Öğretmenim"

     "Tamam çocuklar, anlaşıldı. Sıkılmaya başladınız.  Siz okumayacaksanız ben size okuyayım, siz de dinleyin olur mu?"

     "Olur, öğretmenim, siz okuyun biz dinleyelim"

     "Haydi oku, haydi oku".

     "Gelin bakalım, toplanın yanıma."

     Herkes toplandı. Öğretmenin yanını yöresini doldurdu. 

     "Sessizce dinleyelim" , diyerek uyardı öğretmen.

     Sesleri kesilince okumaya başladı. Ne olduğunu söylemedi.

?Okuduğunun masal mı yoksa öykü mü olduğuna onların karar vermesini istedi.

     "Bir vardı, bir yoktu. Evvel zamanın birinde bir çocuk vardı. Bu çocuk uzaklarda bir köyde yaşardı. Kışın, karın, kurt ulumalarının eksik olmadığı, ısınmak için sobaların yakıldığı bir yerdi burası..."

     Herkes ilgiyle dinliyordu.  Rüzgâr, esmeyi bıraktı. Yoldan geçen tüm  arabalar durdu. Denizin üzerindeki gemiler durup kaldılar. Çocuklar top oynamayı bıraktı. Kargalar okulun çatısına sıralandı. Serçeler şarkı söylemeyi kesti. Karıncalar sırtındaki yükü indirdi, dinlemeye başladı. 

     Öğretmen, masalı sürdürdü,

     "Kara saçlı, ışıl ışıl kara gözlü bir kız çocuğuydu. Sabahları okula gidiyordu. Uzun kış aylarının bittiği, havaların iyice ısındığı zamanlarda da koyunlarını otlatıyor, çobanlık yapıyordu. Sevimli bir kızdı. Gülümserken iri kara gözleri parlardı. Ancak, bakışları biraz hüzünlüydü. En çok sevdiği şey bir tepenin üzerine çıkıp oradan görünen büyük, görkemli dağı izlemekti. Bıkmadan usanmadan saatlerce bakardı. Derin düşüncelere, düşlere dalardı. 

     Dağın doruğu yaz kış  bembeyazdı. Karlı bir dağdı o. Yaz aylarında sanki gökyüzünde gibi görünürdü. O denli yüksekti. Her zaman dimdikti. O dağın adına Ağrı Dağı derlerdi. Güneşli havalarda daha da güzel görünürdü.

     Bu kara gözlü, güzel kızın adı Ekin´di. Ekin, Ağrı Dağı´nı izlerken öyle dalardı ki koyunları kuzuları unuturdu. Bu dağın güzelliği onu,  büyülüyordu. Dağ, apayrı bir dünyaydı. Işıklı, parıltılı, göz alıcı bir dünya... Seyredenin içi açılırdı. Yüreğinde umut, özlem, sevgi çiçekleri açardı. Kafasında aydınlık, yaratıcı düşünceler filizlenirdi. Bu düşünce bu istek giderek bir türküye dönüşürdü. Ezgisinde Ağrı Dağı, sesinde yüce dağın başı vardı.

                Bir anne bir baba gibi upuzun kollarıyla okşardı onu. Dert ortağı, umut ışığı, hayatının anlamıydı Ağrı Dağı. Dağ görgüsü kazanmıştı o. Ağrı Dağı´nı bir kez gören onun etkisinden bir daha kurtulamazdı. Buna dağ görgüsü denirdi. Herkes, her insan onu bir kere görmeye görsün büyüsüne kapılırdı. Sevdalanmış gibi bakardı ona. Havanın açık; gökyüzünün duru, bulutsuz olduğu günlerde görünürdü. Bulutlu günlerde görünmezdi. Bulutlar, dağı kapatırdı. Bazen bulutlar, dağın üzerine doğru çıkardı. Dağ, sanki şapka takardı.

     O ayrımına varmadan koyunlar kuzular alır başını giderdi.  Sonra...  Sonra uykudan uyanmışçasına çevresine bakardı. Koyunların kuzuların uzaklaştığını tepelere doğru gittiğini görürdü. Hemen koşa koşa yanlarına giderdi. Hepsini yeniden bir araya getirirdi. Bir daha uzaklaşmamalarını söylerdi. Koyunlar, kuzular dinler miydi onu? Dinlerdi. Söylediği her sözü anlardı.   

     Ekin, onların ne zaman acıktıklarını, ne zaman susadıklarını bilirdi. Acıktıklarında ilerdeki büyüklü küçüklü tepelere götürür orada otlatırdı.  Koyunların çayır otlarını yerken çıkardıkları seslere bayılıyordu. Kıtırt! Kıtırt!. Susadıkları zamansa onları mavi göle götürürdü. Mavi göl ufacıktı. Yalnız kuyu gibi derindi. Etrafı büyücek taşlarla çevriliydi. Biraz yukarısında büyüklü küçüklü tepeler vardı. Mavi göle gidip susuzluklarını giderirdi. Mavi gölün içinde pulları iri, sarı renkte çok güzel balıklar vardı. 

     Ekin, bir tepeden diğerine keklik gibi sekiyordu. Neden sonra acıktığını duyumsadı. Çıkınındaki ekmekle yoğurdu çoktan yemiş, bitirmişti. Elini cebine attı. Cebinde kavurga vardı. Çıkarıp yemeye başladı. Karnını doyurdu. Tepeden aşağı göle inip  kana kana su içti. "Oh be." dedi. 

     Tepeye doğru tırmanmaya başladı. Ağrı Dağı´na bakacak, düşlere dalacak, mutlu olup gülümseyecekti.

     Tepeye vardığında dağın başına doğru uzun  uzun bakacaktı. Şimdi oradaydı, seyrediyordu, bütün görkemiyle görünen dağı.

     Ayağa kalktı, aşağılara baktı. Göl görünüyordu, koyunları, kuzuları izledi. Koyunlar sakin sakin otluyordu. Ancak kuzular dur durak bilmiyordu. Çok hareketliydi hepsi. Oradan oraya koşturuyorlardı. Kimisi  su içiyor, kimisi de otluyordu. 

     Koyunlar, kuzular öğle sıcağından bunaldıkları için buldukları bir yerde gölgede dinlenmeye koyuldular.

     ?O da ne??, dedi kendi kendine. Yanında bir canlı vardı, ona bakıyordu. Kafasını ona doğru çevirmemişti Ekin. Göz göze geldiler.  Bir hayvandı. İri, üçgen kulaklıydı. Uzun ve sivri burunlu... Kuyrukları kabarık tüylü, bacakları kısacık? Kızıl sarı renkli... Ekin, onun bir tilki olduğunu anlamıştı. Ancak ne arıyordu tilki bu tepenin üstünde. Hemen "Hööt hööst, git hadi buradan! "dedi. Tilkinin gitmeye hiç niyeti yoktu. Onunla arkadaş olmak istiyor gibiydi. Yalnız onun korktuğunu anlayınca tin tin yürüyerek geri çekildi.  Ekin´e seslendi:

     "Aslında özgürce dolaşabiliyorum. Ama buralar çok ıssız, kimsecikler yok. Çok canım sıkılıyor.?

    Ekin, bu kez ikinci şaşkınlığını yaşadı. İnanamadı. Bir mucizeydi bu. Gerçek olamazdı. Bal gibi de konuşuyordu tilki! Acaba Ağrı Dağı´nı seyrederken uyuya mı kalmıştı?  Çevresine, aşağıya yeniden baktı. Elindeki değneğiyle diğer eline  dokundu, hissetti. Uyumuyordu. Bundan emin oldu. Bu kez şaşkınlığı bir tarafa bırakıp seslendi.

     "Ben de çok sıkıldım, buraya geeel..."

     Tilki sevinerek hızlı adımlarla tepeden inip geldi. Yanına yaklaştı. Ekin´in hala heyecanlı olduğu gözünden kaçmamıştı.

     "Korkma benden, sana zarar vermem" dedi tilki. Sanki konuşurken gülümsüyordu. Ya da Ekin´e öyle geldi.

     "Ne arıyorsun burda?"

     " Bütün hayvanlar gibi işte,  yiyecek arıyorum."

     "Ne yiyeceği?"

     "Fare, kuş, ne bulursam. Ara sıra kümeslerinize  gelir, tavuklarınızı yerim, biliyorsundur.  Eeee dokuz tane yavrum var benim. Ne yapayım? Onları beslemek zorundayım."

     "Nerde yaşıyorsun?"

     " Bir inde yaşıyorum."

     "İnde mi??

     "Evet. Mağara da diyebilirsin. Peki, sen neler yaparsın?" diye sordu Tilki. 

     "Tepelerde dolaşırım. Arkadaşlarımla saklambaç oynarım. Okuldan sonra kuzu güderim. Bir de en sevdiğim iştir. Ağrı Dağı´nı seyrederim."

     "Daha önce hiç tilki gördün mü?"

     "Evet, gördüm. Hem de üç tane gördüm. Biri kırmızıydı, biri turuncu o biri de griydi. Hatta babam da görmüştü. Birlikte uzun uzun seyretmiştik."

     Tilkiyle Ekin konuşurken bir angut kuşu kanatlarını  pat pat sesleriyle çırparak üstlerinden geçiverdi. Bir fare, deliğinden çıkmak üzereyken Ekin ile göz göze geldi. Bir süre fare Ekin´e, Ekin  fareye baktı.  Az kalsın gülecekti, kendini zor tuttu. Ekin hiç sesini çıkarmadı.  Tilkiyi sessizce dinlemeye devam etti. Sonra fare yeniden deliğine girdi. Bu arada Tilkiyle Ekin´in coşkulu söyleşileri sürüyordu. 

     "Ben" diyordu Tilki. "Tavuk çalarım çalmasına, ancak tarlalarınızdaki kemiricileri de yiyerek siz insanoğluna yardımcı olurum. Ah o insanoğlu ah,  benim kürkümün peşindedirler hep. Bunun için avlarlar beni.  İki tavukları kayboldu diye  tüfekleriyle vurmaya kalkışırlar. Haksız mıyım sence?" Ancak sizler derken seni katmıyorum, alınma insanoğlunu söylüyorum.

     "Haklısın, evet ama sen de bizim tavuklarımızı çalma. Yalnızca kemiricilerle beslen."

     "Doğru diyorsun da, her zaman her an onlara rastlayamam ki. Dokuz tane yavruyu ve kendimi aç bırakamam."

     Bir süre sessizlik oldu. Tilki konuşmayı kesmişti. Ekin suskundu. Suskunluğu Tilki bozdu.

     "Korkuyorum." dedi. 

     "Neden korkuyorsun ?" dedi Ekin.

     "Korkuyorum, çünkü sen de bir insanoğlusun."

     "Ne olmuş insanoğluysam?"

     "Haber verirsin insanlara, beni yakalatırsın, tüfekleriyle beni vururlar. Yavrularım bensiz aç kalır, sefil olurlar. Çünkü  henüz çok küçükler."

     "Söz, seni yakalatmam, yerini söylemem."

     "Doğru mu söylüyorsun?" 

     "Sana neden yalan söyleyeyim? Ben hiç kimseye yalan söylemem. Bana güvenebilirsin. Bu konuştuklarımız aramızda kalsın. Kimseye söylemem, merak etme."

     "Peki, sana güveniyorum."

     İkisi de bu sıra dışı karşılaşmadan çok mutlu olmuşlardı.

     Tam o sırada hava kapanmaya, gökyüzü kararmaya başladı. Kara bulutlar gürüldüyor, şimşekler çakıyordu. Derken şırıl şırıl yağmur damlacıkları döküldü.

     Ekin, Tilki´ye dönerek:

     "Şu karşıda gördüğün tepelerden git.? dedi. ?Sakın ola aşağıya inme. Aşağıda gölün oradaki kayalıklarda kocaman adamlar balık tutuyorlar. Seni görürlerse peşine düşerler. Belki vururlar. Belki de yakalarlar. Ondan sonra... Haydi, yolun açık olsun. Yavrularını doyur. Benden selam et onlara. Güle güle git..."

     Ekin, aceleyle bu cümleleri sıraladı. Üstü başı sırılsıklam olmuştu.

     Tilki, yağmur yağmasından çok hoşlanırdı. Ekin´in onu sevmesi, onun için kaygılanması ve ona yol göstermesi mutlu etti Tilki´yi. İçine bir sıcaklık yayıldı.

     "Hoşça kal arkadaş! Seni tanımak güzeldi." deyip hızla uzaklaştı. Gözden kayboldu.

     Ekin, yeniden durup farenin deliğine baktı. Fare ile yine göz göze geldiler. Duman grisinde güzelim tüyleri parıl parıl ediyordu. Bu kez de fare ona minnetle, teşekkür eder gibi baktı. Yuvasından çıkmadı. Orada öylece durup kaldı.

     Hiç konuşmamışlardı. Sadece kısacık bir an bakışmışlardı. Fare, sanki gözleriyle konuşuyor gibiydi. Açık açık konuşmamışlardı. Az önce tilki vardı. Şimdi de şarıl şarıl yağmur yağıyordu.

     Ekin, tüyleri yağan yağmurun ışıltısıyla balkıyan koyunları önüne katarak oradan uzaklaştı. Köyün içine doğru aldı yatırdı.

Yaşadığı koyun kokulu  güzel günlerden biri daha bitmişti.?

     Öğretmen burada masalı sonlandırmak zorundaydı. Çünkü zil çalıyordu.

     "Öğretmenim çok güzeldi." dedi Elif.

     "Ah öğretmenim, içim açıldı." dedi Esma.

     Deniz dalgalanmaya, gemiler yeniden nazlı nazlı ilerlemeye başladı.

     Dinleyenlerin hepsinin içini bu güzelim güneşli günde Ekin´in, Tilki´nin, Fare´nin ve  yağmurun tatlı hüznü sardı.

     Herkes yeniden işine, gücüne daldı. Bu masal da burada bitti.

     Sizce bitti mi? Bilmem ki. Belki bitti, belki  bitmedi. Belki devamını siz yazarsınız. Siz anlatırsınız. Güneşli, güzel günlere inanan çocuklar...

yalçın gül
30.03.2016 19:29:26
taylancım çok harika öyküler başarılar ellerine saglık

  • BIST 100

    8718,11%-1,25
  • DOLAR

    32,33% 0,16
  • EURO

    35,16% -0,03
  • GRAM ALTIN

    2240,47% -0,12
  • Ç. ALTIN

    3950,05% 0,00
  • Salı 15.7 ° / 3.8 ° false
  • Çarşamba 7.9 ° / 2.4 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Perşembe 12.4 ° / 3.3 ° Güneşli

Balıkesir

19.03.2024

  • İMSAK 05:43
  • GÜNEŞ 07:06
  • ÖĞLE 13:21
  • İKİNDİ 16:45
  • AKŞAM 19:26
  • YATSI 20:44