Taylan Özgür KÖŞKER (Güne Özel Hikayeler)


KORNA

KORNA


Gidecekti, alıp başını gidecekti. İçindeki ses buralardan gitmesini söylüyordu. Böylesi can sıkıcı bir köyde ne işi vardı.

Oyun oynayacağı arkadaşı bile yoktu. Zaman geçirebileceği... Vardı olmasına ama ona göre değillerdi. Her şeyin hilesini düşünüyorlardı. Ya oyuncağını çalıyorlar; ya bisikletini alıp kaçırıyorlardı. O kovalıyor,  geri alıyordu.

Bilye oynuyorlardı, onlarla oynamaktan hoşlanmıyordu. Kuş vuruyorlardı sapanla.  O,  vuramıyordu kuşları.  Sektiriyordu, ıskalıyordu.

Çamurdan ve taştan ev yapıyordu. Ertesi gün bakıyordu, yerinde yeller esiyordu. O, sabah uykusunda mışıl mışıl uyurken erkenden geliyorlar, bin bir güçlükle yaptığı evi bozuyorlardı. O kadar taş döşediği, uğraş verdiği evini,  yatağından uyanıp koşarak geldiğinde bulamıyordu.

Bir de çok sıcak oluyordu. Dayanılmaz, kavurucu, insanın başını döndüren bir sıcak...

Kent öyle miydi ya!  Orada her şey vardı. Lunapark, ışıklı caddeler, bir sürü sevdiği arkadaş... Umut, Mehmet, Süleyman, Haydar... Hepsi de kentte oturuyordu. Anneleri babaları yanlarındaydı. Ya o... Onun anne babası neredeydi? İkisi de çalışıyordu. Tamamdı, ama niçin onu köye bırakıyorlardı. Başka yer mi yoktu? Bırakıp neden gidiyorlardı?

Köyde babaannesi de olmasa ne yapardı? Onunla hep o ilgileniyordu. Gözünden sakınıyordu. Ne isterse pişiriyordu. Gün, gece dizinde oturtuyordu. Her yere götürüyordu yanında. Düğünlere, cenazelere, gezmelere... Bir dediğini iki etmiyordu. Elini sıcak sudan soğuk suya değdirmiyordu. Tüm isteklerini anında yerine getiriyordu.

 Yine de buralardan gitmek istiyordu. Sıkılmıştı, daralmıştı, bunalmıştı. Yapacak hiçbir şey yoktu. Tek umarı gitmekti.

Havanın çok sıcak olduğu bir öğle sonrasıydı. Daracık toprak yola doğru baktı. Köprünün üzerinden yürüdü. Tozlu yolda ilerlemeye başladı. Asfalt  yola  kadar yayan yürüyecekti. Oradan dolmuşa binecekti.

Kamyon, kocaman bir tır da olabilirdi. Ona atlayıp kente gidecekti. Annesi babası onu karşılarında görünce kim bilir ne denli şaşıracaklardı. ?Nasıl geldin? Neye bindin? Diye soracaklardı. Onu bağırlarına basacaklardı. Söz vereceklerdi.  Bir daha yollamayacaklardı köye.  Bir daha?

Yolun sağı solu sapsarı buğday tarlalarıyla kuşatılmıştı. Ekinler neredeyse boyunu geçiyordu. Yürümeyi sürdürüyordu.  Yolu yarılamıştı. Arada dönüp arkasına bakıyordu. Köy, aşağıda kalmıştı. Uzaklaştıkça evler şimdi birer nokta gibi küçücük görünüyordu. Köyün girişindeki köprü hiç gözükmüyordu. Sesler kesilmişti. Issızlık, ürkütücü bir sessizlik vardı. Gökyüzüne başını kaldırıp baktı. Masmaviydi. Tertemizdi. Ufacık bir bulut bile yoktu.  Yoldan araba da geçmiyordu. Yürüdü, yürüdü, yürüdü? 

 İlerde asfalt yol belirmeye başladı. Yoldan otomobiller, kamyonlar geçiyordu. Köyün tam karşısındaki dağın eteğinde Tosun burnu köyü görünüyordu.

Birdenbire yandaki tarladan gelen bir hışırtı duydu. Ekinler kıpırdıyordu.  Neydi acaba? Yılan mıydı yoksa? Aklına geldiği anda koşmaya başladı.  Koştu, koştu, koştu? Soluk soluğa kalmıştı. Durdu. Yavaşladı. Çok korkmuştu.

Geri dönüyordu. Yeniden kendi köyüne gidecekti. Yine dönmek zorunda kalmıştı. Kim bilir bu kaçıncıydı. Hemen her gün böyle düşlerle, özlemlerle doluyordu. Gitmeye, buraları terk etmeye karar veriyordu. Yola çıkıyordu. Yarı yolda bu kararından cayıyor gerisin geri dönüyordu. Bugün de öyle olmuştu.

Hızla koştu. Az önce nokta gibi görünen evler birer birer belirginleşmeye başladı. Köprüye yaklaştı. Akşam serinliği çöküyordu.

Eve geldi. Hiçbir şey olmamış gibi içeriye girdi. Hiç kimse, Nereye gittin? Nerelerdeydin? diye sormadı. Gittiğini, köyden uzaklaştığını anlamamışlardı bile. Oturdu bir minderin üzerine, yine özlemlere, düşlere daldı.

Binecekti kocaman bir kamyona, gidecekti. İstediği denli gezecek, tozacaktı. Upuzun yolculuklara çıkacaktı. Kimselere danışmayacaktı, kimselere hesap vermeyecekti.  Kamyon? Mehmet ağabeyinin kamyonuydu. Mazot kokan.  Kocaman lastikleri sapasağlam. 

Mehmet ağabeyinin evi köyün içerisindeydi.  Onlara yakın oturuyordu. Zaten bu küçücük köyde herkesin evi birbirine çok yakındı.  Kolayca gidip geliyordu.

Mehmet, kocaman kamyonuna biniyor, uzak kentlere gidiyordu. Kimi zaman daha da uzaklara, çook büyük kentlere... Oralardan da uzak başka ülkelerin kentlerine?  Aylarca kalıyor, sonra dönüveriyordu.

 Kamyonun vagonuna bir şeyler yükleyip götürüyordu.  Parke taşları, kimileyin bir dolu sabun,  kimileyin de yüzlerce yan yana dizilmiş turuncu kabuğu ışıl ışıl parlayan portakallar?

Kimi zaman yola çıkmadan önce çeşmeye uğrardı. Sarı kamyonu çeşmenin önüne çeker, yıkar, sonra özenle silerdi. Ardından yola çıkardı.

Dönüşünde bir gün ona oyuncak traktör getirmişti.  Kırmızı renkli oyuncağı eline almış, tıpkı gerçek bir traktör sesine benzeterek sürmüştü. Gıcır gıcır traktörüyle evin içinde gelip gelip gitmişti.

İşte Mehmet ağabeyinin kamyonuna binmekti istediği. Tek umudu o kalmıştı. Kocaman, sapsarı kamyona binecek, buralardan gidecekti Yücel. Ama Mehmet ağabeyiyle konuşması gerekiyordu. Buralardan neden gitmesi gerektiğini, köyde neden yaşamak istemediğini bir bir anlatacaktı.

Bu akşamdı. Onlara gelecekti Mehmet ağabeyi. Amcasıyla arkadaşlardı. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Birbirlerini çok severlerdi. Birlikte ilk kez gurbete çıkmışlardı. Orada hasretlik çekmişlerdi. Babaannesi de çok severdi Mehmet ağabeyini. Hele bir akşam olsun, ortalık kararsın, babaannesi çayı ocağa koysun. Mehmet de mindere bağdaş kurup otururdu. Çayı önüne gelir, o da ?Şuuuup!? diye içerdi. Sonra da çay kokan nefesini uzun uzun bırakarak ?Ahhh!? derdi. Arkasına yaslanırdı.  O da bağdaş kurup önüne oturacaktı. Mehmet ağabeyi anlatmaya başlayacaktı.

?Bir gün Bolu Dağı´ndan geçerken birden kamyonun freni patladı.? diyecekti. O da heyecanla soracaktı.

?Eee sonra ne oldu Mehmet ağabey? ?

?Sonra ne mi oldu?? Yeniden çayından bir yudum daha alıp gürültüyle içecek, tadını çıkaracaktı. Ve anlatmaya devam edecekti.

?Sonra diyecekti.? Kocaman kamyonu bir tırın arkasına çarptım. Hiçbir şey olmadı ama, zar zor durdurabildim."

Bu da onun hüneriydi. O da bu işin ustasıydı. Koca kamyonunun, upuzun, bitmek bilmeyen yolların, gecelerin, karanlıkların, uykusuzlukların ustasıydı? Ona göre ömür biter ama yol bitmezdi. Yollar tükenmezdi...

Çok uykusuz kalırsa kamyonunu uygun bir yere çekip her yanı kilitleyip uyurmuş da. Ama her yanı kapalı olacak. Çünkü bir gün kapatmayı unutmuştu. Saati, cep telefonu ve parasını çalmışlardı. O denli kısa sürede, nasıl çalınmıştı? O da hayret etmişti. Uyandığında geç kaldığını anladı. İş işten geçmişti. Yorgunluktan, dalgınlıktan, uykusuzluktan ne yapacağını şaşırmıştı. Bir daha aynı hatayı yapmadı.

Yine anlatırdı,

"Bir keresinde iki gece boyunca uyumadım. Sonra kendimi eve bir attım ki. Bir gün, yirmi dört saat boyunca uyudum..."

Mehmet ağabeyi dev gibi cüssesiyle içeri girdi. Salonda,  yere bağdaş kurup mindere oturdu. Duvara sırtını verdi.

Mehmet ağabeyinin yüzünde her zaman ince bir gülümseme olurdu. Bu, genellikle çekingen bir gülümsemeydi. Kimi zaman da bu gülümsemesinde inceden bir alay sezilirdi.

O gün de yüzünde inceden bir gülümseyiş vardı.

Mindere bağdaş kurup yanlamasına oturdu. Kısa bir zaman sonra ikram edilen çayını şuuuup diyerek içiyordu. Yine çayından uzun bir şup aldı. Sonra Yücel´e baktı. Yücel soruyordu, o yanıtlıyordu.

?Mehmet ağabey??

?Buyur canım.?

?Ne zaman gideceksin? Yola ne zaman çıkacaksın??

?Yarın sabah erkenden.?

?Peki, nereye gideceksin? Beni de götürecek misin??

?Sen de mi gelmek istiyorsun??

?Evet. Ben de geleyim Mehmet ağabey. Beni de götür. Çok sıkıldım buralardan.?

?Tamam, sen de gel o zaman.?

?Sahi götürür müsün??

?Götürürüm tabi.?

?Yarın mı??

?Yarın sabah, ben evinizin önünden geçerken kornaya basarım. Sen de hemen evin önünden yola doğru yürürsün.?

?Sonra??

?Sonra ben seni yoldan alırım. Atlarsın kamyona binersin. Gideriz buralardan. Seni annene babana götürürüm.?

Mehmet ağabeyinin kamyonu... Kasası da her yanı da sapsarı... Ama ne güzel bir sarı? Bir binersin, yüksek bir dağa çıkmış gibi olursun. Koltukları kara beyaz tüylü. Binersin kamyona çalışır, nasıl da kokar. Kamyon kamyon kokar. Bindiğinde kendini çok güvende hissedersin. Arka tarafta yatacak yer de var. Tıpkı bir ev gibi?

Mehmet ağabeyi söz verdi. Onu lokantaya da götürecekti. Hani şu yolda kamyoncuların, tırcıların durup da yemek yediği lokantalardan. Onların durduğu lokantaların yemekleri bir başka olurmuş. Daha bir lezzetli olurmuş. Orada karınlarını doyuracaklardı.

Bir de Mehmet ağabeyi izin verecekti. Ara sıra kamyondan aşağıya inecek, her yanda açmış beyaz papatyaları, sapsarı kır çiçeklerini koklayacaktı.

Tüm bunları yapacaktı. Ne zaman? Yarın sabah erkenden.

Yola çıkacaklardı. Mehmet ağabeyi evlerinin önüne geldiğinde "daat! dat!"  diye kornayı çalacaktı. İşte o zaman.

?Mehmet ağabey. Ben uyursam da kornaya çok bas ki uyanayım. Mutlaka uyandır beni." Babaannesine dönerek,

?Olur mu babaanne? Eğer Mehmet ağabey kornaya basar da ben duymazsam sen beni uyandır tamam mı?  Uyanmazsam zorla kaldır. ?

Gece oldu. Uyudu. Düşünde hep sarı kamyonla uğraştı.

Sabahleyin uyandı. Gerindi, gözlerini ovuşturdu. Ne kadar uyuduğunu, ne denli zaman geçtiğini anlamamıştı.  Yatağından kalkıp etrafına baktı. Ne bir ses vardı ne bir hareket...

Mehmet ağabeyi korna çalmamıştı, çalsaydı duyardı. Kulağı kirişte yatmıştı.  Pencerenin kenarında yer yatağında uyumuştu. Kulağı penceredeydi. Korna çalsaydı duyardı. Babaannesi, dedesi, amcası, halası hepsi uyanmıştı. Ama o uyanmak istemiyordu. Kafasını yeniden yastığına gömdü. Uyumaya çalıştı, çok uğraştı, uyuyamadı. Sarı kamyon, Mehmet ağabeyi, kurduğu tüm düşler suya düşmüştü.

 Önce uzun uzun ağladı. Mehmet ağabeyi korna çalmamıştı işte, çünkü çalsaydı duyardı. En ufak bir çıtırtıyı bile duyardı.  Yolculuk düşleriyle yatmıştı?

 Yatağından atlayıp koşarak çıktı. Attı kendini dışarı. Yemyeşil çayırlara dolaşmaya çıktı, mor, beyaz, turuncu, masmavi kelebeklerin peşinden koştu. Her şeyi ama her şeyi unuttu. Sevinçle oynadı, doyasıya zıpladı. Kedileri kovaladı, kapkara benekli sapsarı yılanlardan kaçtı, yılanlar ondan kaçtı. Dere kenarında oturup küçücük balıkları seyretti. Yine dere kenarındaki çok hızla uçuşan ve bir türlü yakalayamadığı masmavi, turuncu helikopter sineklerine baktı. Yerdeki karıncaları, gökyüzündeki turnaları, serçeleri, kırlangıçları, sığırcıkları?

Bundan sonra Yücel´in yaşamına mavi bir kuş girer. Her gece düşünde kocaman, mavi bir kuşa binerek dolaşır. Mavi kuş, onu anne ve babasına götürür. Ormanları, denizleri,  derin okyanusları, nehirleri, gölleri, upuzun, bitmek bilmeyen yolları yukarıdan seyreder. Bilmediği, görmediği yerlere yolculuklar yapar.

İlkyaz gelince gökyüzü gündüz som mavi olur. Gökte yıldızlar akşam olunca sarı sarı balkır, pır pır eder. Bir çocuk düşler kurarak dolaşır. Sıcak çorba içer; babaannesiyle düğünlere gider, cenazelere gider. Geceleyin dönerken kocaman, bembeyaz ayı seyreder. Hep ince ince gülümser. Bu, Yücel´dir.

  • BIST 100

    8730,47%0,14
  • DOLAR

    32,33% 0,17
  • EURO

    35,13% -0,14
  • GRAM ALTIN

    2241,10% -0,09
  • Ç. ALTIN

    3950,05% 0,00
  • Salı 15.7 ° / 3.8 ° false
  • Çarşamba 7.9 ° / 2.4 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Perşembe 12.4 ° / 3.3 ° Güneşli

Balıkesir

19.03.2024

  • İMSAK 05:43
  • GÜNEŞ 07:06
  • ÖĞLE 13:21
  • İKİNDİ 16:45
  • AKŞAM 19:26
  • YATSI 20:44