Birinci Dünya Savaşından mağlup çıkan Osmanlı Devleti, savaşın galibi ülkelerle imzaladığı Mondros Ateşkesi sonrasındaki 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması ile; uğradığı ekonomik, mali yaptırımlar yanında fethettiği tüm toprakları kaybetmiş, İstanbul ve Anadolu’da emperyalist devletlerce nüfuz bölgeleri oluşturulmuş, hatta Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Ermenistan’dan kalan topraklarda da özerk bir Kürdistan kurulmasına karar verilmiş, böylece Batı’da “Doğu Sorunu” olarak tarihe geçen ve “Barbar Türklerin çıkıp geldikleri Anadolu’ya, oradan da Orta Asya’ya sürülmeleri” anlamına gelen PROJE’nin hayata geçirilmesinde önemli bir adım atılmış, kısacası Osmanlı Devleti harita üzerinde hukuken ve siyaseten silinmiş iken, ülkesinin işgaline, halkının tutsak edilmesine başkaldıran Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Ulusu yanlarına alarak top yekûn başlattıkları bağımsızlık mücadelesi sonunda düşman denize dökülmüş, 24 Temmuz 1923’de Lozan’da imzalanan Barış Antlaşması ile Sevr belgesi hayata geçirilemeden yırtılıp atılmış, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkelerinden ödün verilmeden ekonomik, mali yaptırımlar çözüme kavuşturulmuş, vatanın (Misak-ı Milli) sınırları çizilmiş, böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası hukukta tabiri caizse TAPUSU alınmıştır.
Bugün Lozan Antlaşmasının 91. Yıldönümü. Bize bu kıvancı yaşatan başta, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Lozan kahramanı İsmet İnönü olmak üzere tüm Kurtuluş Savaşı ve Lozan görüşmeleri emekçilerine şükran borçluyuz. Hatıraları önünde saygı ile eğiliyoruz.
91 yıl sonra bugün her yurttaşın kendisine samimiyetle şu soruyu sorması gerekir; “bu kahramanlara layık olabildik mi?”
Bu soruya net cevap verebiliriz: HAYIR. Bugün gelinen noktada tarihten hiç ders almadığımızı, tarihin ne yazık ki tekerrür ettiğini, tekrarlandığını görmekteyiz. SEVR hortlamıştır. 1919-1923 dönemi sıkıntılarını yeniden yaşamaktayız.
Oysa ülkemiz, ulusal Kurtuluş Savaşından başarıyla çıkmış, Lozan’la siyasal bağımsızlığını kazanmış idi.
Tam bağımsızlık için siyasi bağımsızlık şarttır. Ama tek başına yetmez. Ekonomik, sosyal, kültürel, hukuki, adli, askeri yani her alanda bağımsızlık sağlanırsa ancak o zaman tam bağımsız olabilirsiniz.
Devrimin ilkeleri ilk 15 yıl uygulandı. Amaç; tam bağımsız, çağdaş, demokratik hukuk devletinin sosyal, hukuki ve siyasi altyapısını oluşturmak ve gerçekleştirmek idi. Bir yandan devrimin ilkeleri uygulamaya geçirilirken, öte yandan Osmanlı borçları ödeniyor, kapitülasyonlarla yabancılara peşkeş çekilen tüm değerlerimiz parası ödenerek geri alınıyor, devletçi yaklaşımla planlı ekonominin altyapısı oluşturuluyor, ülkeye sayısız KİT’ler kazandırılıyor, doğuda ağa sultasını kaldıracak, sonradan gerçekleştirilebilseydi bugün bize terör sorununu yaşatmayacak toprak reformunun, eğitimde Köy Enstitülerinin temeli atılıyordu.
İlk 15 yıl çabuk geçti. Atatürk’ün erken ölümü, 2. Dünya Savaşı, çok partili siyasi hayata altyapısı hazırlanmadan balıklama dalışımız; 2 kutuplu dünyada ABD’nin Rusya karşısında Türkiye’yi ileri karakol yapma projesini erken hayata geçirecek ortamı yarattı: 1950 sonrası Türkiye, Türkiye’den yönetilemedi.
Devrimin ilkelerinin birbirinden ayrılmayacak bir bütün olduğunu, bağımsızlık ilkesi gözardı edildiğinde BATI’lılığın, BATI kuyrukçuluğu olacağını kavrayamamış kadroların siyasete egemen olması, bu sonuçta etkili oldu. Devrimin ilkeleri birbirinden soyutlandı, tek tek ele alınıp yorumlandı, ideoloji özünden, ekseninden kaydı. Ama yine de bu hali ile 1980’lere kadar Cumhuriyet ulus-devlet niteliğini koruyabildi.
Ulus devlet yıkımı 1980 askeri darbesi ile geldi. Kör topal da olsa işleyen sistem yerini; devletsizleştirme, milletsizleştirme, vatansızlaştırma, özelleştirme, giderek ordusuzlaştırma sürecine bıraktı. Küreselleşiyoruz diye ulus devletin dağıtılması sürecine girdik; ekonomi çöktü, devlet, kamu hizmeti bitti, bölücü- gerici güçler özgürlük adı altında devreye sokuldu. Laiklik yerini Türk-İslam sentezine bıraktı. Çözülme başlamıştı.
90’lı yıllarda siyaset, kısır çekişmeler arasında temeli 1980’lerde atılan yeşil kuşak projesinin Türkiye ulus devletini ekonomik, giderek siyasi yıkıma sürüklediğini, Atatürkçülerin tüm uyarılarına karşın gereğince değerlendiremedi.
2002’de AKP, bir ABD projesi olarak iktidar oldu. Görevi; yeşil kuşak projesinin devamı olan Büyük Ortadoğu yapılanmasında, ekonomisi; 1980’lerde başlayan küreselci liberal politikaları takip ederek BATI’ya tam teslimiyet, açık pazar, ideolojisi; Türk-İslam sentezinden ılımlı İslam’a, oradan siyasi İslam’a, şimdi ise son dönemde Demokratik (!) İslam’a dönüşen çizgide laik devleti sonlandırmak, siyasi olarak ise; üniter merkezi devletin çözülüşü, bölünme olarak özetlenebilir.
PROJENİN amacı, BATI’nın, özellikle ABD’nin Asya’ya açılan bu bölgede kontrolü elinde tutacak yönetimler oluşturması ve bu yolla savaşarak ya da anlaşarak yeni bir İsrail’in (büyük Kürdistan) kurulması.
Halkımız, son 12 yılda yaşananları önce usta bir ALGI yönetimi nedeniyle fark edememiş olsa da, bugün tehlikenin farkındadır. Cumhuriyetin bir saldırı altında olduğunu görmüş, sahip olduğu ulusal bilinçle mücadeleye başlamış, önemli sonuçlar da almıştır.
Bakın; bugün Ergenekon, Balyoz ve diğer benzer davalar çökmüştür. AKP ve cemaatin birlikte milli orduya kumpas kurdukları, birlikte suç işledikleri ortaya çıkmıştır. Şimdi AKP iktidarının, cemaati tek başına suçlu gösterme gayretleri boşunadır. Buradan cumhuriyet savcılarına suç duyurusunda bulunuyoruz; AKP görevlileri hakkında da gözaltılar yapılmalıdır.
Yeni Anayasa oyunu tutmamıştır. Açılım, çözüm, barış adı altında vatanın bölünmesinin pazarlandığı anlaşılmıştır.
Ulusal bilinçten silinmek istenen Bayramlar eskisinden daha coşkulu kutlanmaktadır.
Sendikasızlaştırılan emek, mücadelede yerini almış, küreselci, özelleştirmeci, taşeronlaştırmacı liberal ekonomik politikaların iç yüzü ortaya çıkmış, çökmüştür.
Mücadele Cumhuriyet kazanana kadar devam edecektir.
Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı ve sonrasındaki genel seçimler bu mücadelenin aşamaları olmalıdır.
Çünkü, bir kez daha hatırlatalım; Türkiye Cumhuriyeti emperyalizme karşı verilen ulusal Kurtuluş Savaşı kazanılarak kurulan bir ulus devlet modelidir ve üniter-merkezi devlet yapısına sahiptir. Yine kurucu iradenin, ulusal egemenlik ilkesinin gereği olarak kuvvetler ayrılığına dayanan parlamenter sistem geçerlidir ve bu sistemde Cumhurbaşkanının yetkileri sınırlıdır. Etnik-dini-mezhepsel-kültürel farklılıklar kışkırtılarak bu devlet yapısının ortadan kaldırılmasına yönelen projeler de Başkanlık Sistemi anahtar görevi yapar.
RTE, “yeni” Anayasa yolu ile başaramadığı Başkanlık, “tek adam” sistemini şimdi cumhurbaşkanlığı seçimine endekslemiştir. Aslında hem Cumhurbaşkanı olmak, hem de Başbakan ve parti başkanı olarak kalmak istiyor. Amacı Latin Amerika tipi tek adam diktatörlüğüne yol açacak bir BAŞKANLIK SİSTEMİ. Cumhurbaşkanlığı oy pusulaları için ihaleye çıkanların, nedeni belirsiz bir referandumun oy pusulaları için de ihaleye çıkmış olmaları, RTE’nin seçilmesi halinde baskın bir erken seçimle birlikte bu amaca yönelik bir Anayasa değişikliğini de referanduma sunabileceğini gösteriyor. Bu ise hem RTE’nin 2023 hedefine, hem de arkasındaki güçlerin Kürdistan projesine uygun düşüyor.
Bu nedenle Türk Ulusu önümüzdeki seçimlerde, aslında hem Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının devam edip etmeyeceğine, hem de kendi geleceğine karar verecektir.
Öyleyse, HER İKİ SEÇİM DE halkın mücadelesinde kazanılması gereken öncelikli hedefler olmalıdır: Cumhuriyete kin duyanlar Atatürk’ün koltuğuna oturtulmamalı, Cumhuriyet yıkıcıları iktidar olmamalıdır.
Son söz;
Türk Ulusu olarak bu mücadeleyi kazanır, Cumhuriyeti yeniden layık olduğu yere taşırsak, işte o zaman bize LOZAN’ı armağan edenlere borcumuzu ödemiş olur, Onlara LAYIK olabiliriz.
Tansel ÇÖLAŞAN
Atatürkçü Düşünce Derneği