Ne zaman ki, doğup, büyüdüğüm, hâlen yaşamımı sürdürdüğüm Bandırma`dan, çok değil, bir-iki gün uzak kalsam, önce denizi tüter, burnumda, güzel sahil kentimin.
Denize tutku tarzında bağlıyım. Bir bakarım ki, beni, ayaklarım, bir anda deniz kenarına götürüvermiş.
Kuşlar, çiçekler, bahar, çocuklar, doğanın hemen her parçası konu olmuştur, yazarlarımız ve şairlerimize. Kitaplarda yaşatılır, tüm bu güzellikler.
Özellikle fotoğraflara ve ressamlarımıza esin kaynağı olan "deniz" konusu ise ne yazık ki, edebiyatımızın üvey evlâdıdır. Türk Edebiyatı`nda, denizi dile getiren yazarları, bir elin parmakları kadar azdır. Sait Faik, Zeyyat Selimoğlu, Halikarnas Balıkçısı(Cevat Şakir Kabaağaçlı) ve Yaman Koray?
Üç kıyısı denizlerle çevrili ülkemizde, denizin, edebiyatımıza yeterince yansımaması, insanımızın, denizi çok sevmemesine, O`na sırtını dönmesine bağlıdır, bence. Bu durum da, edebiyatımıza yansır.
Biz, toprağı seven, toprağa sıkı sıkıya bağlı bir ulusuz. Kim bilir, toprağın bölüşülecek yanı olması, doğurganlığı, bereketi ve üretkenliğindendir, belki de.
Oysa deniz, yaşamın başladığı yerdir.
Denizin, tam anlamıyla edebiyatımıza girebilmesi için her şeyden önce denizi tanımak gerekir. Örneğin, Orhan Kemal, bazı yapıtlarında, tarım işçilerinin yaşantısını yansıtır. Çünkü bir tarım işçisinin çocuğudur. Denizi yazmak için deniz insanı olmak, denizi gezip, görmek, yaşamak gerekir. Denizi de bir dili vardır. Bu dili öğrenmek, işin alfabesidir.
Orhan Veli, "Açsam Rüzgârda" isimli şiirinin bir dörtlüğünde şöyle diyor:
Dolaşsam ben de deniz deniz "Açsam rüzgâra yelkenimi,
Ve bir sabah vakti, kimsesiz
Bir limanda bulsam kendimi"
Deniz, özgürlüktür, başkaldırıdır, isyandır, direniştir.