Son aylarda özellikle Marmara denizinde etkili olan müsilajın en büyük sebebinin insan faktörü olduğuna dikkat çeken uzmanlar, sevgi temelli bir çevre anlayışına ihtiyaç olduğunun altını çiziyor. Öncelikle hayat tarzımızı ve tüketim alışkanlıklarımızı yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini belirten uzmanlar, “Mütevazı olabilirsek tabiata ve çevreye verdiğimiz zararları da azaltabiliriz. Bilinçsiz tüketim odaklı hayat tarzımızdan taviz vermeden bu problemi çözmemiz mümkün değil.” değerlendirmesinde bulunuyor.
Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölüm Başkanı, Çevre Felsefesi Uzmanı Prof. Dr. İbrahim Özdemir, son dönemlerde özellikle Marmara Denizini etkisi altına alan müsilaj sorunu ve çevrecilik konusuna ilişkin önemli değerlendirmelerde bulundu.
Sevgi temelli çevreciliğe ihtiyacımız var
Müsilajın oluşmasındaki en büyük sebebin insan faktörü olduğunu belirten Özdemir, “Genelde denizlerin kirlenmesinde ve deniz salyasının oluşmasında temel etkenlere baktığımızda özellikle ev ve sanayi kaynaklı atıklar, arıtım seviyelerindeki yetersizlikler, aşırı balık avı, kıyı şeridinin tahribatı, dip tarama ve boşaltma faaliyetleri ile yoğun gemi trafiği dikkat çekiyor. Bunların hepsi insan kaynaklı. Her şeyin temeli sevgi ve aşk. Sevgi temelli bir çevreciliğe ihtiyacımız var.” dedi.
Mart ayından bu yana giderek yayılan, balıkçılık faaliyetlerini adeta durduran ve halkta tedirginliğe sebep olan müsilajın Marmara denizini tehdit ettiğini ifade eden Prof. Dr. İbrahim Özdemir, “Marmara Denizi’nin yüzeyinde ve altında görülen bu problemin kaynağı Marmara’da kirlenmeden ötürü ortaya çıkan birçok problemlerle karşı karşıyayız. Bilim adamlarımız ‘denizdeki biyolojik üretimin başlangıcının, ilk basamağını teşkil eden fitoplankton dediğimiz mikroskobik bitkiciklerin aşırı çoğalması sonucu, ortamda ortaya çıkan bazı şartlara tepki olarak bıraktıkları salgıyı’ müsilaj olarak adlandırılıyor. Genelde denizlerin kirlenmesinde ve deniz salyasının oluşmasında temel etkenlere baktığımızda özellikle ev ve sanayi kaynaklı atıklar, arıtım seviyelerindeki yetersizlikler, aşırı balık avı, kıyı şeridinin tahribatı, dip tarama ve boşaltma faaliyetleri ve yoğun gemi trafiği dikkat çekiyor.” dedi.
Körlük, salgın bir hastalık gibi toplumu sardı
Dereleri, nehirleri, gölleri ve denizleriyle tabiatın canlı bir bütün olduğunu belirten Özdemir, şunları söyledi:
“Bizim olumsuz davranış ve tüketim tarzımızdan tüm tabiatın etkilendiğini 1960’lı yıllardan bu yana biliyoruz. Amerikalı bilim kadını Rachel Carson, ‘Sessiz Bahar’ isimli kitabıyla bizi daha o zamanlar uyarmıştı. Bu kitap tüm dünyada çevreci hareketlerin el kitabı oldu. Ancak suları, nehirleri, gölleri ve denizleri kirleten sanayi kuruluşları bu uyarılara kulak tıkadılar. Tarım ilaçlarını kullanan çiftçiler de, kullandıkları tarım ilaçlarının uzun vadedeki sonuçlarını düşünmediler. Zamanla çevre bilinci gelişti. Çevre Bakanlıkları kuruldu. Çevre mevzuatı gelişti. Bütün dünyada çevre bilinci gelişmeye başladı. Ancak para kazanma hırsı, daha doğrusu daha çok kazanma hırsı ve gelecekle ilgili körlük, muhtemel problemleri görmemizi engelledi. Canlı bir organizma olan deniz ekolojisinin, denize bıraktığımız veya döktüğümüz sanayi atıkları başta olmak üzere her tür kimyevî atıktan etkilenerek bozulacağını; bunun da denizde yaşayan canlıları ve bunlara bağlı sektörleri etkileyeceğini biliyorduk. Ama bilmezden geldik. Çevre hassasiyeti olan bazı insanlar hâriç ilim adamları da yeterince uyarı görevlerini yapmadılar veya yapamadılar. Sanayi kuruluşları atıklar için filtre taktırma masrafına girmediler. Devlet ve vatandaş da gereğini yapmadı. Özellikle tarım ilaçlarını bilinçsizce kullanan vatandaşlar da sorumluluklarının farkında olmalılardı. Deniz ürünleriyle geçimlerini temin edenler de kirlenen ve bozulan deniz ekolojisiyle ilgili seslerini yeterince çıkarmadılar. Kısacası, âdetâ 1998 Nobel Edebiyat Ödülü sâhibi Jose Saramago’nun en ünlü romanı olan ‘Körlük’teki bir durumla karşı karşıyayız. Başta Marmara denizinin ölümü olmak üzere yıllarca etrafımızda olup-biten çevre katliamlarını görmezden geldik. Körlük, salgın bir hastalık gibi toplumu sardı.”
Müsilaj, deniz suyuna giren ışığı azaltıyor
Marmara denizinde müsilajın ilk kez 2007 yılının Eylül-Ekim aylarında gözlemlendiğini vurgulayan Özdemir, “Şu an Marmara Denizinde yaşandığı gibi yoğun ve kalıcı olması doğal değil. Bunun insan kaynaklı birçok sebepleri var. İki yıl önce ziyaret ettiğim Maldiv Adalarında mercan resiflerinin kararması ve ölmesi olayını bizzat gördüm. Mercanlar canlı varlıklar. Ancak okyanusların kirlenmesiyle onlar da ölmeye başlamış. Başta Avusturalya olmak üzere birçok bölgede 50 yıl öncesine göre birçok mercan resifleri yok olmuş. En büyük sebebi ise okyanus ekolojisini dikkate almayan, insan kaynaklı faaliyetler olduğunu bilim insanları söylüyor. Deniz salyasının ortaya çıkışına baktığımızda sanayi ve ev atıklarının hiçbir filtreleme yapmadan veya yeterince filtrelemeden denize boşaltımının en önemli etkenler olarak önümüze çıkıyor. Buna bilinçsiz kullanılan tarım ilaçlarının yağmur ve seller ile denize karışmasını da ekleyebiliriz. Denizde oluşan müsilaj, deniz suyuna giren ışığı azaltıyor. Fotosentezin engellenmesi ile deniz ekolojisinde zincirleme sorunlar ortaya çıkıyor. Çok hassas dengelerden oluşan deniz ekolojisinin ani ve yoğun gelişen müsilaja bağlı olarak denizde yaşayan canlıların ölümü kaçınılmaz oluyor. Dahası ekosistemin dirençliliği yâni kendini yenileme kapasitesinde düşüş meydana geliyor ve ciddî şekilde zarar görüyor. Bunun da yakın ve uzun vâdeli sonuçları olacak.” şeklinde vurgu yaptı.
Sevgi temelli bir çevreciliğe ihtiyacımız var
İnsan-doğa ilişkisinin başlamasıyla, doğayı etkilediğimizin bir gerçek olduğunu belirten Özdemir; “Sanayi öncesi toplumlarda tabiat insanın kendisine verdiği bu tahribatı tâmir edebiliyordu. Asıl mesele tabiatın kendini tamir edemeyeceği miktarda sanayi ve kimyevî atıkların tabiata boşatılmasıyla başladı. Meselâ bir plastik, bin yıl da geçse çürümüyor ve tabiata zarar vermeye devam ediyor. Geldiğimiz noktada öncelikle hayat tarzımızı ve tüketim alışkanlıklarımızı yeniden gözden geçirebilirsek; mütevazı olabilirsek tabiata ve çevreye verdiğimiz zararları da azaltabiliriz. Bilinçsiz tüketim odaklı hayat tarzımızdan taviz vermeden bu problemi çözmemiz mümkün değil. Nasıl ki pandemi ile mücadele için bazı alışkanlıklarımızdan fedakârlık yaptık; evimize hapsolduk, maske taktık, fizikî mesafeye uyduk ve aşı olduk. Aynen bunu gibi öncelikle tabiata büyük bir hürmet ve sevgiyle yaklaşmalıyız. İnsan sevdiği şeyleri korur. Dereleri, denizleri, okyanusları, muhteşem dağları, derin vadileri ve engin ovaları ve içindeki binlerce tür bitki ve hayvan çeşitliliğini sevmeden çevreyi korumak mümkün mü? Her şeyin temeli sevgi ve aşk. Sevgi temelli bir çevreciliğe ihtiyacımız var.” şeklinde konuştu.