"Bazen durup kendinize soruyor musunuz: Kalbimiz neden bu kadar yorgun? Yıllardır içimizde biriken öfke, nefrete dönüştü ve bizi birbirimizden o kadar uzaklaştırdı ki, aynı dilde konuşsak bile artık birbirimizi anlamıyoruz."
Yeter artık… Yeterince yorulmadık mı?
Bugünlerde “Milli birlik ve bütünlük” diye bir laf dolanıyor dilimizde. O kadar çok, o kadar sık tekrarlandı ki, kalbimiz inanmayı bıraktı artık. Hele ki bu sözlerin, birileri kendi kirli işlerini örtmek için kullandığında, içimizdeki son umut kırıntıları da yok oldu. “Milli birlik ve bütünlüğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu dönemde…” diye başlayan her cümle, içimizi baymaya başladı.
Ama bu kelimelerin anlamını yitirmesi, gerçeği de görmezden gelmemiz gerektiği anlamına gelmez. Türkiye’nin ne kadar bölündüğünü, kalplerimizin ne kadar uzaklaştığını görüyorsunuz değil mi? Keşke bana gelen o yüzlerce mesajı, yorumu, maili size okutabilseydim. Okuduğunuzda anlardınız. Kimisi olaya bir taraftan bakıyor, kimisi diğer taraftan. Tek ortak noktaları ne biliyor musunuz? Hepsinin içinde koca bir öfke birikmiş. Hani “canı burnunda” denir ya, işte o hale gelmişiz.
Sadece halk mı? Medya da ikiye bölünmüş, siyasetçiler de… Birileri TC tabelalarını indiriyor, diğeri asıyor. Birileri Atatürk’ün resmini çöpe atıyor, diğeri duvara asıyor. Bir mahalle bayraklarla donatılıyor, diğer mahalle yakıyor. Birileri Atatürk’e küfrediyor, diğerleri İslam’a… Birileri Araplara nefret kusarken, diğerleri “din kardeşimiz” diyor.
Bu bölünmüşlük, koca bir felsefi ve manevi boşluğun eseri. Herkesin kendini ait hissettiği bir grup var ama kimse aynı toprağın evladı olduğunu hatırlamıyor. William Butler Yeats'in "İkinci Geliş" (The Second Coming) adlı şiirindeki şu dizeler, sanki tam da bugünü anlatıyor:
"Her şey dağılıyor; merkez tutunamıyor; Anarşi yayılıyor dünyanın üzerine."
Dinciler, İslam'ı içinden bitirdi. Milliyetçiler, ülkücülüğü anlamsızlaştırdı. Kemalistler, Atatürkçülüğü klişeye dönüştürdü. Aydınlar kendi çağını tüketti. Adaletçiler, adaleti paramparça etti ve solcular da sosyalizmin ruhunu yitirdi. Geriye ne kaldı dersiniz? Sokak savaşları, nefret ve yıkım…
"Bölünmenin en tehlikeli hali, ortak vicdanın yitirilmesidir."
Ekonomik krizle, tıkanan siyasetle ve bir türlü yönetilemeyen bir ülkeyle birleşince, ortaya tam bir cehennem tablosu çıkıyor. Bu tabloyu Thomas Hobbes'un “Leviathan” adlı eserinde betimlediği “herkesin herkese karşı savaşı” (bellum omnium contra omnes) durumuna benzetmek mümkün. Hobbes’a göre, ortak bir otoritenin ve hukukun olmadığı yerde, insan hayatı “yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa” olur.
Bu yolda birbirimizi dışlamaya devam edersek, bizi bekleyen tek şey kavga. İşte bu yüzden Hannah Arendt'in dediği gibi: “İnsanlar kendi farklılıkları içinde eşit olmalı, çünkü bu eşitlik, ancak başkalarına kendileri gibi davranmalarıyla mümkündür.”
Ayrıca, inancımızın temelinde de bu birlik ve beraberlik ruhu var. Kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'de Âl-i İmrân Suresi'nin 103. ayetinde şöyle buyuruluyor: "Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz..."
Ulu Önder Atatürk'ün de bu konuda ne kadar net olduğunu unutmamalıyız: "Milletimizin her ferdi, bu mukaddes toprakların evladıdır. Birbirimize kardeşçe ve sevgiyle sarılmalıyız."
Bu kavgadan, bu kutuplaşmadan hemen çıkmalıyız. Kalplerimizi yeniden birleştirmeliyiz. Bunun yolu, etnik kökeni, inancı, görüşü ne olursa olsun, bu vatanın evlatlarının samimiyetle bir araya gelebileceği bir zemin yaratmaktan geçiyor. Sözde değil, özde… Laik, demokratik cumhuriyetin değerlerinden sapmadan, hukukun üstünlüğüne inanarak, birbirimize saygı duyarak, farklı ama eşit olabileceğimize inanarak.
Evet, belki de her zamankinden daha fazla “milli birlik ve bütünlüğe” ihtiyacımız var. Ama gerçekten, içtenlikle ve kalpten.
“Kendi mahallemizin konforundan çıkıp, o 'öteki'nin de bizim gibi bir kalp taşıdığını ne zaman hatırlayacağız? Gerçek birlik o zaman başlamaz mı?”