Erkeni geçi yoktur; baba hep erken gider.
İnsan kaç yaşına gelirse gelsin, içinin bir köşesinde hep aynı cümle durur:
“Baba olsaydı, bu böyle olmazdı.”
Çocukken anlamazsın.
Gençken anlamazsın.
Öfkenden, triplerinden, “ben hallederim” havandan anlamazsın.
Hayat seni büyütmeye başlayınca anlarsın.
Baba gidince insan bir anda büyür.
Zorla, ani, hoyratça.
Bir sabah kalkarsın,
artık arayıp fikrini soracağın biri yoktur.
Sana “Hadi be evlat, boş ver geçer” diyecek o güven dolu ses yoktur.
Sığınacak yer olmaz.
Ses olur, koku olur, hatıra olur ama baba olmaz.
Sonra yıllar geçer…
Ölümün ağırlığını geç anlamaya başlarsın.
Dertleşemediğiniz geceler,
yan yana oturup bir futbol maçını yorumlayamamak,
hiç yapamadığınız o baba–oğul/baba–kız sohbetleri…
Hepsinin acısı sonradan çöker.
Bir de en zoru vardır:
Mutlu gününde bile gözünün kenarına çöken o karanlık gölge.
“Keşke burada olsaydı.”
Düğününde, mezuniyetinde, taşınırken, çocuğun doğduğunda…
Hatta küçük bir başarı kazandığında bile içinden bir ses fısıldar:
“Görseydi, gurur duyardı.”
Ve insanın içi sessizce çöker:
“Keşke beş dakika daha olsaydı.
Sadece beş dakika…”
Baba erken gidince insanda bir “eksik kalmak” hissi kalır.
Hayatın her köşesinde duran görünmez bir boşluk.
Kimse dolduramaz, kimse tamir edemez.
O boşluğun adı “baba” dır.
Çünkü baba sadece bir insan değildir;
duvardır, omuzdur, gölgedir, dayanak noktasıdır.
O duvar yıkılınca, insanın içinde rüzgâr uğultusu hiç dinmez.
İnsan babası ölünce iki kere büyür:
Bir kere çocukluğu biter,
bir kere de güven duygusu.
Erken gitti diye kızamazsın.
Hesap soramazsın.
Sadece özlersin.
Ve bilirsin…
Bu özlem, insanın kendi ölümüne kadar süren türdendir.
Baban hâlâ hayattaysa,
susup sarıl; kelimeye bile gerek yok.
Ama eğer erken gittiyse…
O eksiklik senin karakterinin bir parçası olur.
Kimse bilmez, kimse anlamaz;
ama sen yaşarsın:
İnsan babası ölünce,
kalan ömrünü biraz eksik yaşar.
Nazım Hikmet Ran bu tür yaşamın içinden yazılar için ...

