(DEVAM) Aç martı topal balıkçıya askıntı olur. Kovasından bir balık çalmanın peşindedir. Yavaşça yaklaşır topal balıkçının yanına. Topal balıkçı hissediyor, ama ayağa kalk, martıyı kov, bir gözün oltada olsun, bir gözün aç martıda. Yorulmuştur uzun süredir bir olta peşinde koşmaktan, bir balık peşinde… Saatlerdir mavi denize bakıp, birkaç istavrit daha tutup kalkacaktır. Ama aç martı da o kovadan nasiplenecektir. Derken martı son bir kez daha, usulca sokulur topal balıkçının kovasına. Bu kez balıkçı hiç ses etmez. Martı çıkar kovanın tepesine bakar balıkçıya. Balıkçının ses etmediğini görünce, uzatır gagasını alır bir istavrit, mideye indirir. Tam gökyüzüne kanat çırpacaktır. Dönüp bakar topal balıkçı yine bir şey yapmaz. Martı o zaman istifade edeyim der. Bir iki derken, kovadaki istavritlerin yarısını indirir mideye. Sonra tekrar uzun, uzun bakar topal balıkçıya. Haline acır gibi gaklar ve büyük bir keyifle uçar gider. Topal balıkçı da arkasından bakar uzun uzun. O yorulmuştur herkesten ve her şeyden. Altı, üstü istavrit der tatsız, tuzsuz. Nasiplendi aç martı değip avutur kendini…
Şimdi kendi halimi de topal balıkçı ve aç martının hikayesine benzetiyorum…
Yine gelecek usulce, gamzeli yanaklarını buruştura, buruştura oturacak yanıma. Aç martı gibi, yiyip bitirecek beni. Her sözü, aç martının gagası gibi keskin ve acı. Ve ben topal balıkçı gibi, bakacağım ardından umutsuzca…
Aradan yarım saat geçtikten sonra, karşı kaldırımdan göründü su yeşili gözlü kuğum. Üzerinde açık mavi bir elbise, dizlerinin altına kadar inmiş eteği, sarı ince bir kemer belinde. Saçları her zamanki gibi dalgalı ve açık, yüzünde pembemsi allık, gözlerinde mavimsi bir sürme, ayağında sandalet terlik ve elinde küçük deri bir cüzdan. Yine nefesim daralıyor, sanki o anı durdurmak istiyorum. Tutkumun bir hiçlik halini alması uzun sürmüyor. Belli ki, yine nöbetçi eczane tarzında işin görünsün bizde ilaç var kafası. Olsun senin o güzel gamzeli yüzünü görmekte yeter bana. Bu kadar mı kovulur bir insan, bir bedenden. Bu kadar mı kovulur bir seven, kahrolası bir yürekten…
Merhaba değip, bir adım geri çekiliyor. Bu neyin cüzzamıdır ey yar diyesim geliyor, susuyorum. Cüzzamlı olsan bu muamele yapılmaz. Havanın sıcaklığı yerini şubatın ayazına bırakıyor içimde. Birkaç metre uzakta, küçük kahveci sandalyeleri olan çay bahçesine doğru yürüyoruz. Oturuyoruz iki küçük sandalyeye. Havadan, sudan, tatsız, yürek burkan çaresizce sohbetler işte. O güzel vücudunu saran elbisesine bakıyorum. Sade bir elbise ancak bu kadar yakışır diye sesleniyorum. Yok ya, üzerime bir şeyler geçirip çıktım diyor. Birkaç saniye de olsa bakıyorum güzel gözlerine. Garson tepemizde bitiyor. Her zaman ki gibi, sade kahve istiyor bende şekersiz çay. Birkaç dakika sonra sade kahve, şekersiz çay geliyor. Tatsız sohbet, hicran yarası bakışlarımızın üzerine tatsız içecekler tam tuz, biber oluyor… (DEVAM EDECEK)