DİN DİLİ
Din dili denince basit anlamda; dine dair söylenen sözler anlaşılır. Mesela bir insanın işine Besmele ile başlaması, bir din dilidir. Fakat bir Felsefe terimi olarak; dinle ilgili her türlü öğretim ve anlatım için kullanılan tüm söylem, yöntem ve argümanlar din dilini ifade eder. Buna kısaca; dini sunuş tarzı diyebiliriz.
Dini sunuş tarzı; zamana, şartlara, ihtiyaçlara, toplumun içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durum ile kültür ve medeniyet yapısına göre değişir. Değişmesi gerekir. Esasen dilin kendisi zaten bu anlamda canlıdır / değişkendir. Gelişme ve değişmelere göre kendisini yeniler. Bunu yapamazsa kaybolur. En azında kullanılmayan ve günlük hayatta karşılığı olmayan kelimeler, kendiliğinden unutulur gider.
Mesela; köy hayatını ve elle tarım yapıldığı dönemi bilmeyen bugünün gençlerinin; orada kullanılan araç-gereçleri tanımasını, isimlerini bilmesini beklemek anlamsızlık olur. Ya da çok değil 100 sene önce yaşamış insanlara; gen bankalarının neden olmadığını veya yapay zekadan niye yararlanmadıklarını sormak, saçmalık olur. Çünkü onların hayat gerçekleri arasında bunlar yoktur. Onun için hayatın gerçeklerine uymayan veya günün insanın yaşamında yeri olmayan söz, yöntem ve argümanlarla dini anlatmak, dini günlük hayatın dışına iter. Bu da en başta, dinin amacı ve hedefiyle çelişir.
Bu nedenle din dili, geçmişte oluşturulan müktesebatı tekrar etmek yerine; doğru bilgiye dayanan, güncel, sade ve kolay anlaşılabilir olmalıdır. Günü yaşayan insanın hayatına anlam katmalı ve değer yüklemelidir. Din için kullanılan her türlü söylem, yöntem ve argümanlar, çağın gerçekleriyle uyuşmalı ve hayatta karşılığı olmalıdır. Bu durum; bazılarının zannettiği gibi dinin değişmesi değildir. Tam aksine; geçmişin şartları ile oluşturulan tüm ipoteklerinden ve prangalardan dini arındırarak, Kur’anın bugün geliyormuş gibi yaşayan insana seslenmesini sağlamaktır. Merhum Mehmet Akif’in diliyle söylersek;
“Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.” demektir.
Genelden özele doğru giderek gerek örgün ve gerekse yaygın eğitimde (camilerdeki vaaz ve hutbeler, yazılı ve görsel medya ile tüm sosyal medyadaki yayınlar) günümüzde kullanılan din diline baktığımızda; en başta, içinde sevgi zor bulunan, korkuya dayalı bir anlayışın hakim olduğunu görürüz. Ancak bu anlayış, sade korkuyla da kalmamaktadır. Olayların ve olguların içselleştirilmesi / özümsetilmesi yerine baskıcı, zorlama ve sindirme politikası ile duyguları bastırarak yapılması da eklenmektedir. Bunlar ise; hem insan fıtratıyla / doğasıyla çelişmekte hem de Psikoloji ve Eğitim Pedagojisinin gerçeklerine ters düşmektedir.
İstisna uygulamalar; bu konuda belli bir yol alındığını göstermekle birlikte, henüz yeterli düzeyde olmadığı görülmektedir. Günümüzde sadece doğrudan ilişkiler değil sanal ilişkiler de özellikle gençler tarafından çok kullanılan bir iletişim tarzıdır. İnternete giren çocuklarımızı ve gençlerimizi, misyonerlerin; “Sevgiyi mi arıyorsun? Tanrı seni bekliyor.” Sloganı karşılıyor. Misyonerler çocuklarımızı sevgiyle kandırmaya çalışırken, Müslümanların; çocukları ve gençleri dinden soğutacak ve uzaklaştıracak söylem, yöntem ve argümanları kullandıklarını görünce, bu konuda hala bir arpa boyu yol almadığımız anlaşılmaktadır.
Korku temelli din anlatan ve öğreten insanlar, Besmelede Allah’ın şefkat ve merhametle, iyilik ve ikramının sonsuzluğunu anlatan iki temel sıfatının (Rahman-Rahiym) varlığını neden görmüyorlar ve anlamıyorlar? Çünkü Besmele, bir Müslümanın her türlü meşru, ahlaki ve insani eylemlerindeki tek anahtardır. Şefkat ve merhametin, iyilik ve ikramın sonsuz olduğuna inanılarak girilen yerde ve yapılan eylemde, korkuya yer olabilir mi? Allah’ın 99 isminden biri de “Mü’min” dir. Yani güvenen ve güven veren demektir. Bu kadar büyük bir güven ve emniyetin olduğu yerde sadece korku değil hiçbir şekilde; şüphe, endişe, vesvese, belirsizlik ve çelişki de olmaz.
Tarafınızdan korkutulan bir çocuk size gelir, sizi sever ve sizinle olur mu? Asla!.. Çünkü çocuklar, korktuğundan uzaklaşır ve onu görmek istemez. Hayvanlar bile, kendilerine sevgiyle yaklaşan ile öfkeyle yaklaşanı anlar ve ona göre davranırken, çocukların bunu anlamadığını düşünmek nasıl bir cehalettir. Bırakın çocukları. Hangi yetişkin insan; azarlanacağı, korkacağı, zarar göreceği, kendini güvende hissetmeyeceği ve içinde sayısız belirsizlik ve çelişkilerin olduğu bir girdabın içine girebilir. Ya da girmek isteyebilir. Allah; ilkeleri baştan belirlemiş ve bu ilkelerde asla bir sapma ve değişme olmadığını açık açık bildirmişken (Fatır:35/43-Fetih:48/23), nasıl oluyor da insanları, ne yapacağı belli olmayan (Deli Dumrul misali) bir Allah’a inanmaya zorlayabilirsiniz. İnanın bu Allah’a yapılabilecek en büyük saygısızlıklardan biridir. Tavır ve üsluplarıyla insanlara tepeden bakan, buyurgan, azarlayıcı ve mahalle ağzı hatta argo konuşanlar da işin cabası olsa gerektir.
Ayrıca içselleştiremediğiniz bir inanç ve anlayış, hiçbir zaman size ait olamaz. Bu durum tam olarak; vücut ölçüleri 46 beden olan bir insanın 50 beden elbise giymesine benzer. Böyle bir giyim tarzı nasıl sırıtır ve insanı garip, garip olduğu kadar da komik duruma düşürürse, içselleştirilmeyen inanç ve anlayış da aynı duruma düşürür. Doğru bilgi ile donatılmayıp sindirilen ve bastırılan duygular ise, ileride ruhsal patlamalara ve aşırı taşkınlıklarla sapmalara zemin hazırlar.
Kullanılan böyle din dili ile iyi Müslüman yetiştirileceğine inanılıyorsa, büyük yanılgı içinde olduklarını hatırlatmak isterim. Bu tür anlayışlarla kesinlikle iyi Müslüman yetişmez. Ama olsa olsa çok iyi Münafık yetişir. Geriye gitmeye hiç gerek yoktur. Büyük çoğunlukla günün Müslüman toplumlarının; insani, ahlaki, medeni, ekonomik ve ticari ilişkilerde geldiği noktaya bakarak, bu gerçeği herkesin çok kolay görebileceğini düşünüyorum.
Onun için korku, sindirme ve duyguları bastırarak din öğrettiğini / anlattığını söyleyen kalabalıklara soruyorum. Allah aşkına söyler misiniz!.. Siz hangi dini anlatıyorsunuz?
Çok az istisnalar hariç dinin Allah’ın kitabı ile değil de mezhepler, meşrepler, tarikat ve cemaatler üzerinden yapılması da en büyük handikaplardan birini oluşturmaktadır. Çünkü bu anlayış, bir yönüyle insanı özden / kaynaktan uzaklaştırmakta. Diğer yönüyle de birleştirici olmak yerine; dışlayıcı, kutuplaştırıcı, ötekileştirerek ayrışmayı sağlayıcı bir rol oynamaktadır. Bu ayrışma ve ötekileştirme bazen o kadar ileri gider ki, neredeyse bütün anlayışların farklı birer din gibi anlaşılacak şekilde ortaya konduğu görülebilmektedir. Böylece kendileri gibi düşünmeyenleri din dışı ilan edecek bir anlayışa zemin hazırlanmış olmaktadır. Nitekim tarihte hep öyle olmuştur. O kadar ki; bize çok büyük alimler diye anlatılan insanların çoğu; birbirlerini dinsiz, zındık, kafir, münafık olmakla suçlamışlardır. O da yetmemiş öldürülmüşlerdir. Geçmişte yapılan iyi çalışmalar, bize kötü örnek olacak yanlışları görmemize engel olmamalıdır. Hele hele o yanlışların, bizden sonrakilere aynen aktarılmasına aracı olmak hiç olmamalıdır.
Tarihe baktığımızda tüm mezheplerin ortaya çıkışının siyasi olduğu açıkça görülür. Her dönemde iktidarda olanların kendi anlayışında olup iktidarına katkı sağlayacak görüşü / anlayışı koruyup geliştirdiği, diğerlerine de baskı uyguladığı bilinen bir gerçektir. Zaten mezhep; yol, yöntem ve görüş demektir. Bunu batılılar çok iyi kavramıştır. Çünkü batılı aydınlar; Hanefiliğin, İslam’ın şehirli yorumu olduğunu söylerler. Bu anlayış, kesinlikle doğrudur. Dayandığı ilkelerle verilen hükümler analiz edildiğinde bu durum çok rahat anlaşılabilmektedir. Bunun en büyük sebebi; İmam Azamın zamanına göre şehirleşmenin olduğu, medeniyete beşiklik eden yerlerden biri olan Mezopotamya’da (Kufe) doğup büyümesi ile aile yapısı ve yetişme tarzıdır. Batılıların anladığı bu gerçeğin, büyük çoğunlukla Müslümanlar tarafından hala anlaşılmadığını görmek, inanın bana tarifi imkansız acı veriyor.
Günlük hayatta en çok soru ve sorunla karşılaştığım abdest konusunu örneklendirerek durumun daha iyi anlaşılmasını sağlayalım. Kur’an; abdestin olmazsa olmazlarını / farzlarını, Maide:5/6 ayetinde, 4 madde halinde sayar. Bunlar; ellerin / kolların ve yüzün yıkanması, başın ve ayakların meshedilmesidir. Ayakları yıkamak bir tercihtir. İstersen ve ihtiyaç varsa yıkayabilirsin. Eğer mezhepler ayakların yıkanmasını farz olarak söylemeseydi, Kur’anı okuyan hiç kimse, ayakların yıkanması gerektiğini düşünemezdi.
Şimdi bazılarının, meallerde de ayakların yıkanacağını yazdığını söyleyeceğini biliyorum. Bunun cevabı; meallerin zaman içerisinde oluşan müktesebata uygun olarak yazılması ve bir süre sonra birbirinin kopyası haline dönüşmesidir. Ama çok şükür, son zamanlarda bu anlayıştan kurtulan mealler çoğalmıştır. Maide:5/6 ayetinin abdestle ilgili kısmını incelersek:
يَـٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُوٓا۟ إِذَا قُمْتُمْ إِلَى ٱلصَّلَوٰةِ
فَٱغْسِلُوا۟ وُجُوهَكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى ٱلْمَرَافِقِ
وَٱمْسَحُوا۟ بِرُءُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى ٱلْكَعْبَيْنِۚ
“Ey inananlar! Namaz için kalktığınızda (siyah renkle yazılı kısım);
Yüzünüzü ve ellerinizi / kollarınızı yıkayın (yeşil renkle yazılı kısım),
Başınızı ve ayaklarınızı da aşık kemiklerine kadar meshedin (mavi renkle yazılı kısım).”
Her ikisinin de ortasında bulunan kırmızı renkli vav (و) ise, aynı Türkçedeki ve gibi sonraki kelimeyi / cümleyi, kendinden öncesine bağlayan birleştirme (atıf) harfidir. Arapça da gramer kuralı gereği, atıf harfleri sonrasının işlevini kendinden hemen bir önceki fiilin işlevine bağlar. Dolayısıyla; birinci bölümde (yeşil renkli kısım); eller / kollar, nasıl kendinden önceki yüzün yıkama filine bağlanıyorsa, ikinci bölümde (mavi renkli kısım); ayaklar da hemen kendinden önceki başın meshedilmesi fiiline bağlanmaktadır. Konu aslında bu kadar basittir.
Müktesebat uğruna burada yapılan çok önemli bir hata da ٱلْكَعْبَيْنِ =El-Ka’beyn kelimesinin, ayak topukları diye tercüme edilmesidir. Halbuki Ka’b; ayaklarla bacakların birleştiği yerin (ayak bileklerinin) üst kısmıdır. Yani ayakların üste çıkan ve yükselip görünen kemikleridir. Topuklar ise arkada ve altta kalmaktadır. Çünkü bir temel üzerinde yükselen şeyin üst kısmına Ka’b denir. Bu nedenle; dört duvar üzerinde yükseldiği için Mescidi Haramın içindeki binaya Ka’be denilmiştir. O nedenle Ka’beyn; ayakların iki topuğu değil, iki aşık kemiğidir. Bu anlam doğru yere oturduğu zaman sıradan insan bile konunun, ayakların altını değil üstünü ilgilendirdiğini kolaylıkla bilecektir.
Konunun kıraat (okunuş şekli) ile ilgili başka bir açıklaması daha yapılabilir. Ama çok fazla teknik detay olacağı için buraya almayı gereksiz buluyorum.
Konu bu kadar basit iken, mezhepleri din kabul ettiğiniz zaman işin içinden çıkılmaz bir hal aldığı görülür. Şöyle ki: Abdestin farzları Hanefiler için 4 iken, Şafilerde 5 (hatta kol ve ayakları ayrı saydıkları için 6), Malikilerde 7, Hambelilerde 10 olarak kabul edilmektedir. Dikkatinizi çekerim. Bu kadar farklılık, sadece fazlarındadır. Buna rağmen bir de kalkıp insan aklıyla alay edercesine; “Mezhepler kolaylık sağlamak içindir” demezler mi! Sanki Allah zor bir din göndermiş de mezhepler kolaylaştırmış. Bunu söyleyen insanın ya aklından zoru vardır. Ya da Söylediğinin ne anlama geldiğini anlamayacak kadar ahmaktır. Allah’ın zor dediğini kim kolaylaştırabilir? Ya da Allah’ın kolay dediğini kim zorlaştırabilir? Siz, gerçekten ne söylediğinizin farkında mısınız?
Dini böyle anladığınız zaman, karşınıza çıkacak tablo şudur: Birinde abdestli olan, diğerine göre abdestli olmayacaktır. Buna göre; Hanefi olan bir imamın arkasında namaz kılan diğer anlayışta olanların durumunun ne olacağına da siz karar verin lütfen.
Bu konuda çok sık karşılaştığım bir soru ve sorunla ilgili en son yaşadığım bir örneği aktarmak isterim. Bir kardeşimiz 80 yaşlarında olan kayınvalidesinin, abdest alırken ayağını kırdığı için o günden sonra namaz kılmayı bıraktığını söyledi. Ben kendisine Maide:5/6 ayetini açıklayarak, Allah’ın isteğinin abdestte ayakların meshedilmesi olduğunu söyledim. O da kayınvalidesine durumu anlatınca, söylediğim şekilde abdest alarak tekrar namaz kılmaya başlar. Beni her gördüğünde kayınvalidesinin bana dua ettiğini bildirir. Toplumumuzda bu sorunu yaşayan insanların oldukça fazla olduğunu, karşılaştığım örneklerden dolayı, çok iyi biliyorum.
Günümüzde kullanılan ve artarak da devam eden din dilinin en büyük sorunlarından biri de her konuşanın kendisini hak yolda ve hakkın temsilcisi gibi görmesidir. Bu sayede; eleştiriye kapalı, farklı görüş ve anlayışlara tahammülsüz insanların çoğalması sağlanmaktadır. O da yetmez; her grubun kendilerine göre kutsallarının arttığı bir anlayış peşinden gelmektedir. Bu durum da dinin; 40 yamalı bohça gibi görünmesini sağlamaktadır. Ama işin daha da kötüsü; kendilerini hakkın temsilcisi gibi gören insanların, Allah adına karar verme yetkisini kullanmaya kalkmasıdır. Böylece kendilerini; insanların inanç ve ibadetlerini değerlendirecek bir konuma kadar taşımalarıdır. Allah’ın, insanları uyarmak için seçtiği Elçilerine bile vermediği bu yetkiye haiz olduğunu söyleyenlerin, açık bir sapkınlık içinde olduğunu anlamak çok mu zor? Ne dersiniz?
Her insan, zaman ve mekanla kayıtlı bir varlıktır. Bilgisi de zaman ve mekana bağlı olarak sınırlıdır. Yani ne kadar çalışırsa çalışsın ya da kim olursa olsun, asla her şeyi kuşatamaz. Halbuki, Allah için hiçbir kayıt ve şart yoktur. O, her şeyi kuşatır. Bu nedenle, O’nun bilgisi sınırsızdır. Allah’ın seçkin kulları olan Resül ve Nebiler bile, O’nun bildirdiklerinin dışında bir şey bilemezler. Durum böyle olunca; mezheplerin ortaya koyduğu kararları, mutlak kesin bilgi (Hak Bilgi) gibi görmek, onları tabulaştırmak değilse nedir?
Geçmişte dini 40 yamalı bohça haline getirenler, bu yanlışın zararlarını kendi zamanlarında fazlasıyla görmüşlerdir (mezhep savaşları). Bize düşen geçmişin hatalarından ders almak olmalıdır. Aynı yanlışları sorgulamadan alıp tekrar etmek, insanın değil maymunların özelliğidir. Hem Allah’ın dini konusunda konuşacaksın hem de Allah ne demiş ne istemiş merak etmeyeceksin. Onun yerine; geçmişte ne söylenmiş, hangi mezhep ne karar vermiş, hangi tarikat ne yapmış… Bunları anlatacaksın ve buna da Allah’ın dini diyeceksin. Bu olacak şey değildir.
Ayrıca Mezhep imamları ve geçmiş bilginleri tabulaştırmak, tek yönlü bir zarar da değildir. En başta Tevhit inancını bozmaktır. Sonra günün hayat gerçekleriyle uyuşmayan işlerle uğraşarak dini hayatın dışına çıkarmaktır. Daha sonra da o müktesebatı oluşturan insanlara haksızlık etmektir. Çünkü bugün bize mezhep imamları diye anlatılan insanların hiçbirisi, ben bir mezhep oluşturdum. Benim arkamdan gidin, bundan başka doğru yoktur, dememişlerdir. Onlar sadece zamanlarında ortaya çıkan soru ve sorunlarla ilgili görüşlerini ortaya koymuşlardır. Bunu yaparken de içinde bulundukları zamanın, şartların, iklim ve coğrafya ile yetişme tarzlarının etkisinde kalmışlardır. Bunun için zaman zaman daha önceki görüşlerinden döndükleri veya bizzat yetiştikleri hocalarını tenkit ettikleri de tarihi bir vakıadır.
Ne var ki daha sonra gelenler, kendi zamanlarının soru ve sorunlarına çözümler üretmek yerine, eskilerin söylemlerini bozuk plak gibi tekrar edip durdukları için mevcut durumun ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. Mezhepleri din haline getirenler, hepsinin farklı anlayışta olduğunu, hatta imamların hocalarına karşı farklı fikirleri savunduklarını, böylece ayrı kulvarlarda yol aldıklarını bilirler. Bunu rahatlıkla içlerine sindirirler. Ama bugün farklı bir şey söyleyince, hemen din dışı ilan ederler. İnanın bu çelişkiyi, başka yerde bir arsanız da bulamazsınız.
Eğer biz, geçmişin ipoteğinden yani Allah’ın dininin etrafını saran kabuktan kurtulup özden kendimize dair bilgiler üretemezsek, kesinlikle yarın bize dair bir şey olmayacaktır.
Köprünün altından çok sular geçti, han değişti, hancı değişti. Ama bir arpa boyu yol alamadığımız, yol almak isteyenlerin de taşlandığı günler maalesef devam etti. İlahiyat Fakültelerinde yapılan Yüksek Lisans ve Doktora tezlerine bir bakın. Bugün insanlığın içinde bulunduğu; adaletsiz gelir dağılımı, işsizlik, doğa ve çevre sorunları, kadın, çocuk ve hayvanlara şiddet, insanları kamplaştırma ve ötekileştirme ile savaşlar ve artarak devam eden zulümler… gibi çözüm bekleyen devasa sorunlarla ilgili kaç tane ilmi çalışma bulabileceksiniz. Maalesef, sadece hayal kırıklığı yaşayacaksınız. Çünkü çalışmaların hemen hemen hepsi, bozuk plak gibi geçmişi tekrar etmekten, hatta geçmişin prangalarını bugünün insanına dikte etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Doğal olarak bu durum da dinin etrafında sonradan oluşturulan kabuğun, sadece daha da kalınlaşmasını sağlamaktadır.
Maalesef bozuk plak gibi yıllardır aynı şeyleri tekrar edip duran bu anlayış, Kaygusuz Abdal’ın; Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz, şiirindeki örneğe tam benzemektedir:
“Kazımın kanadı selki,
Dişi koyun emmiş tilki,
Nuh Nebi'den kalmış belki,
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz.”
Tüm fıkıh ve ilmihal kitaplarına bakarsanız, kullanılacak suyun 3 temel özelliği olduğunu görürüsünüz. Bunlar; rengi, tadı ve kokusunun değişmemiş olmasıdır. Mesela akar su ile kuyu suyunun tadı farklıdır. Biz bu durumda, birinin bozulduğunu değil, konumlarından dolayı tatlarının farklı olduğunu biliriz. Rengi, tadı ve kokusu değişmemiş olmasından maksat, başka bir şey karışmamış olmasıdır. Bu bilgi, o kitapların yazıldığı dönem için doğrudur. Çünkü o dönemde bu bilgileri ortaya koyan insanlar, her alanda toplumun zaten en bilginleridir. Ayrıca o dönemde başka türlü inceleme yaparak karar verecek farklı bir imkan da yoktur.
Halbuki bugün ilim dalları gelişmiş ve tasnif edilmiştir. O da yetmedi, bir ilim dalı kendi içinde çok fazla alt dallara ayrılmıştır. Sadece tıp alanına bakın! Kaç tane dala ayrılmıştır. Onun için bugün hangi suyun nerede kullanılacağını din anlatan değil, Mikrobiyoloji Uzmanı Laboratuvarda tahlil ederek belirlemelidir. Çünkü 19. yüzyıldan itibaren insanlığın gündemine radyasyon denen bir olgu girmiştir. Mevcut fıkıh ve ilmihal kitaplarındaki bilgiye göre radyasyona maruz kalan su kullanılabilir demektir. Pekiyi bu durum; her çağda, iklim ve coğrafyada geçerli olan Kur’ana uygun bir din anlayışı olabilir mi?
Zaman zaman karşılaştığım sorunlardan biri de Gusül Abdesti ile ilgilidir. Bir camide gusül abdestini anlatan hoca; iğne ucu kadar vücutta kuru yer kalmadan yıkamak ve ovalamak şeklinde anlatır. Gerçi eğitimde de aynı şekilde öğretildiği bir gerçektir. Evet fıkıh ve ilmihal kitaplarında öyle yazar. Bir vatandaş gusül alırken tedirgin olduğunu, vesveseye kapılıp tekrar tekrar yıkandığını söyledi. Kitaplar, günün dili ve hayat şartlarına göre güncellenmeyince böyle sorunlar kaçınılmaz olur. Olmaya da devam eder.
O kitapların yazıldığı dönemde insanlar suya yüzlerce belki binlerce metre uzaktan taşıyarak sahip oluyordu. Dolayısıyla bir kova belki de yarım kova su ile yıkanıyorlardı. Bugün köylerimizde bile böyle yıkanan kalmadı. Bugün elimizdeki imkanlarla (duşun tazyikli suyu ile) yıkandığımız takdirde kuru yerin kalması mümkün değildir. Ayrıca Kur’anın gusül dediği şeyin (Nisa:4/43 – Maide:5/6) tam Türkçe karşılığı yıkanmaktır. Gerisi teferruattır. İnsanları tedirgin edip paranoyak hale getirmenin anlamı yoktur.
Hocalar camilerde hadis veya ilmihal dersi yapıyorum diye; taharetin kaç taşla ve nasıl yapılacağını, köle ile ilgili hükümleri ellerindeki kitaplardan okuyarak anlatıyorlar. Taharetle ilgili olana tebessüm edip geçebiliriz. Ama kölelikle ilgili ile Muhammed:47/4 ayetini hatırlatmak zorundayım. Bu ayet; savaştan sonra esirlerin, ama fidye ile ama karşılıksız serbest bırakılmasını emrediyor. Adınız Allah’ın dinini anlatıyor olacak. Ama takip ettiğiniz anlayışın görüşünü Allah’ın emrine tercih edeceksiniz. Böylece Allah’ın emrini GEÇERSİZ ve YOK sayacaksınız. Hem de Allah adına. Müslümanların içine sokulduğu girdabı görebiliyor musunuz?
Din Allah’ındır. İnsanların ürettiği bilgiler, din değil kendi görüşleridir / anlayışlarıdır ve kültürün bir parçasıdır. Onun için bu söylediklerimi doğru anlamanın ilk basamağı; din ile din kültürünü birbirinden ayırmakla başlar. Din, Allah’ın bildirdiği iken, insanların ürettiği bilgiler ise din kültürüdür. Bu arada müstakil olarak Arap kültürünün din diye anlatılması, başlı başına bir cinayettir zaten. Hak / gerçek, sadece Allah’tır ve Allah’tan gelendir. Kur’an dışında hiçbir şey hak bilgi olamaz. Onlar, zanni bilgidir. Zanni bilgi de doğru veya yanlış olmaya aynı mesafededir. Kur’ana uyarsa doğruluğu ancak anlaşılır.
Bakın Allah ne diyor:
“Hak / gerçek, Rabbindendir. Sakın şüpheye düşenlerden olma.” (Bakara:2/147).
“De ki; Hak / gerçek, Rabbinizdendir. Öyleyse isteyen inansın, isteyen inkar etsin.”
(Kehf:18/29).
Sonradan Müslüman olan insanların büyük çoğunluğu, en başta Tevhit inancının sade, basit ve anlaşılır olduğunu görerek Müslüman olduklarını söylerler. Üzerine geçirilmiş kabukları kaldırdığımız takdirde, bütünüyle İslam Dininin sade, basit ve her devirde yaşanabilir derecede kolay olduğunu her akıl sahibi insan anlayacaktır. Akılsız olanların da zaten sorumluluğu yoktur.
Muhammed Aleyhisselam örnekliğini vererek Kur’an; din dilinin nasıl olması gerektiğini şöyle açıklar: “Allah’tan bir merhamet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Şayet, kaba, katı kalpli olsaydın, şüphesiz ki etrafından dağılırlardı. O halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş konusunda onlarla istişarede bulun! Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a güven! Şüphesiz ki Allah kendisine güvenenleri sever.” (Al-i İmran:3/159).
Ayetten anladığımız din dilinin nasıl olması gerektiğini maddeler halinde sıralayalım:
Bu ayetle; din dilinde sevgi, merhamet ve güvenin temel alınması gerektiği açıkça ifade edilmiştir. Çünkü; sevgi, merhamet ve güvenin olduğu yerde korku, şüphe, endişe, vesvese, belirsizlik ve çelişki barınamaz.
Bu noktada Muhammed Aleyhisselamın da “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin” dediğini, her din anlatandan duyarız. Fakat uygulamaya gelince durumun hiç de öyle olmadığını, herkesin kendinden olmayanı damgalamak ve ayrıştırmak için can attığını görürüz. Onun için bu yapıda olan insanların, güzel şeylerin söylenmek için değil yaşanmak için olduğunu bir an önce öğrenmesi gerekir.
Bunların yanında din dilinin; muhatabın durumuna göre (anlayacağı şekilde) 3 farklı metotta olması gerektiğini de Kur’andan öğreniyoruz:
“Sen Rabbinin yoluna; hikmetle (doğru bilgi), güzel öğütle ve en güzel bir şekilde mücadele ederek / tartışarak davet et!” (Nahl:16/125).
Ayetin sıraladığı din dili metodunu maddelersek, şunları görürüz:
Din dilinde muhatabın durumuna göre bunlardan biri seçilirken, hepsinde olmazsa olmaz şart ise, uygulamanın güzellikle yapılmasıdır.
Din dili güncel olmazsa eskir. Eskiyen dil, dini eskitir. Yani dinin eski olduğu mesajını verir. O zaman da dini yaşamak isteyen insanları yorar. Nitekim yetişkin insanlarımız bugün din konusunda yorgundur. En basit bir örnekle bugün, camiler çoğaldığı halde cemaat azalmıştır. Camiye giden insanların büyük çoğunluğunun da anlatılanları dinlememek için Ezan okunduktan sonra gittiğini, isteyen herkes gözlemleyebilir.
Yeni yetişen nesil açısından durum daha da acıdır. Çünkü eskiyen dil ile anlatılan dini duyan gençlerin çoğunluğu; kendi çağının hayat gerçekleriyle bağdaştıramıyor. Anlatılanları hayatında bir yere oturtamıyor. Böylece; kendi dönemini ilgilendirmeyen, geçmişte yaşamış toplumların gerçekleriyle ilgili bir olgu gibi görmeye başlıyor. Sonra da gençler Ateist veya Deist oluyor, diye dövünülüyor.
Anneler-babalar ve din anlattığını söyleyenler! Okullarda görevli olduğum dönemlerden biliyorum. Sizin zannettiğiniz gibi gençler büyük çoğunlukla Ateist veya Deist olmuyor. Sadece sizin din diye anlattıklarınıza inanmıyor. Çünkü hayatında bir yere koyamıyor. Onun için değişmesi gereken onlar değil, sizlersiniz.
---------------------------------------------
14 / 11 / 2024 – Zübeyir ÇÖMLEKÇİ