Murat KARAHAN

Tarih: 03.09.2024 11:22

Fotoğrafların Bıraktığı İzler - 4

Facebook Twitter Linked-in

Fotoğrafların Bıraktığı İzler yazı dizisinde bu hafta şair, gönül insanı Necip Fazıl KISAKÜREK var. Sırtımda, taşınmaz yükü göklerin. Herkes koşar, zıplar, ben yürüyemem. İsterseniz hayat aşını verin. Sayıl nimetler bal olsa yemem…  Böyle sesleniyor bir şiirinde koca şair. Doğumu ile vefatı aynı güne rastlayan Necip Fazıl, ömrünü kendince yanlış gördüğü olayları eleştirerek ve her eleştirinin sonunda soluğu zindanlarda alarak geçirmiştir. 25 Mayıs 1983’te aramızdan ayrılan Necip Fazıl KISAKÜREK için tarihin tozlu sayfalarında neler yazılıdır birlikte bakalım.

Aldığı mahkûmiyet cezalarını çekerken, çeliğe su dökerek çürüdüğünü düşünenlerle mücadelesini sürdürür. Her verilen ceza, çeliğe dökülen sudur oysa. Hayatından kesitlere bakıldığında tarihin tekerrürden ibaret olduğunu görüyoruz. Büyük dava adamı o yıllarda, ülkenin sosyalizm ile Türklük ve İslam ülküsünün köreltildiğini savunduğunda, ikametgâhının zindanlar olduğunu görür. Necip Fazıl, o zamanın sol görüşlü hükümetlere aslında kendi haklılığını anlatmanın derdindedir. İslam ve Türklük inancıyla tutuşmuş yüreğini, zindanların paslı demirleri ile söndüreceklerini düşünenler, her bir sözü her bir yazısı için davalar açarlar. Yayınlanmamış kitaplarına yasaklar getirilir. 1952 Yılındaki Malatya savunmasında dediği gibi, “Yazılarımdan birçoğu tahrif edilerek, üstü altı çizilerek, bir kısmı bana ait olmadığı halde benim gibi gösterilerek…” hapis cezalarını çarptırılır. 

Lise yıllarında Yahya Kemal’in öğrencisi olan Necip Fazıl, İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirdikten sonra, Fransa Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Sırasıyla, İş Bankasında muhasebe müdürlüğü, Robert Koleji, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde hocalıkta yapan Necip Fazıl, çok genç yaşta sanat ve edebiyat dünyasının içinde kendini bulmuştur. Birçok tiyatro eserini edebiyatımıza kazandırarak, Türk toplumundaki yüksek ahlak felsefesini her eserinde işlemiştir. Necip Fazıl’ın var olan siyasi sisteme karşı duruşu ve ilerleyen yıllardaki alacağı cezalarda asıl bundan sonra başlamıştır. Haftalık çıkarttığı edebiyat dergisi Ağaç’ta çıkan yazılarından sonra tek partili dönemin lideri İsmet İnönü’yü eleştirmesi sonucu hakkında peş, peşe açılan davalar ile hayatının zorlu yılları başlamış olur. 

Yine bir mahkemesinde yaptığı savunma gerçekten çok anlamlıdır.

Hakim bey; Dünya fikir ve hukuk aleminin en büyük müdafaalarından biri, büyük mütefekkir Sokrat’ın (Apoloji) sinden şu birkaç satırı okumama izin istiyorum…

“Ben ne gibi bir cezaya mı müstahakım? Ömrüm boyunca dilimi tutmadığım için? Paraya, mala, hatipliğe ve memlekette durmadan ortaya çıkan türlü, türlü rütbelere, entrikalara ve fıkralara bağlanmadığım için? Bu gibi faaliyetler altında yaşamayı kendime yakıştırmadığım, kendimi böyle bir hayat sürmeyecek kadar şerefli saydığım için… Kendimi böyle şeylere verecek olursam ne kendime ne de size bir faydam olur diye onların hepsinden uzak kaldığım için? Bütün bunlar için ben ne gibi bir cezaya mı müstahakım?

Muhterem Hakim Bey, son cümlemi arz ediyorum.

Ben, Türk Vatandaşı ve muharriri Necip Fazıl, en fevkalade mikyasta doldurduğunuzu sezdiğim Türk kaza mevkiinin bir mümessilinden beraatımı istemeye utanırım. Hakkın bu kadar gür seslisini ve açığını istemek sanki hakimden şüphe etmek gibi bir his verir bana…

Takdirinizi bekliyorum…

İşte bu ruh haliyle ve inancı uğruna yaşamının her safhasında aynı inanç ve kararlılıkla, ömrü hayatını geçirir. Yetmiş dokuz yaşında aramızdan ayrılan koca üstat, ölümünden üç yıl önce kaleme aldığı yazısı ile sizlere baş başa bırakıyorum…

Elimden doğruca, güzelce, iyice bir yazı mı çıkıyor? İğreniyorum! Hâlâ bu memlekette doğru, güzel ve iyi olanı savunma gayretimden, bu gayretin boşluğunu anlayamamak enayiliğinden iğreniyorum! Onlar ortadayken, hep bugünü yarına erteleyici ve gelmeyecek bir istikbale ısmarlayıcı çek ve çak edatlarından iğreniyorum!

Perikles gibi Yunan medeniyetinin en haşmetli ve her şeyi tamam cemiyetinde, şiirin babası Pindaros şöyle der; “Meğer bütün bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum” … Ben de aynı meraret duygusuyla güneşi cepte kaybetmiş bir topluma bu sırrı anlatamamamın sefaletinden iğreniyorum!

Dudaklarla kalpler arasındaki mesafeden, her akşam başına yorganı çeker çekmez uyuyuveren nefis muhasebesi yoksunu eyyam güder politikacıdan, tecrit kampı ve iman zindanı haline getirdikleri camilere hissizce girip çıkan marka Müslümanlarından iğreniyorum!

….

Ötesi var mı? Ağlayamayan, anlayamayan, içini kanatamayan, yumruğunu sıkamayan insandan, Allah’ın Kur’anda belhüm adal hayvandan aşağı diye andığı iki ayaklılardan iğreniyorum!

17 Mart 1980


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —