Murat KARAHAN

Tarih: 29.09.2024 22:56

Fotoğrafların Bıraktığı İzler – 5

Facebook Twitter Linked-in

Adamlar, Davalar, Kadınlar 

20. Yüzyılın başları. Dünya Osmanlı’nın hazin sonunu büyük bir keyifle izlerken, insanlar ülkenin içine düştüğü durumun getirmiş olduğu büyük acılara şahit olmaktaydı. Fotoğrafların bıraktığı izlerde bu yakın yüz yıla damga vuran iki adamı, davalarını ve kadınlarını fotoğrafların bıraktığı izlere taşıdım. Her iki insanın davaları uğruna, o dönemin kargaşasından halkın payına düşenleri anlatmak için vermiş olduğu mücadele bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Katlanmış oldukları işkencelere ve hazin ölümlere kurban etmiş oldukları hayatlarını özetle yazmaya çalıştım.

Birinci Yazarımız. 

Kara kışın zemheri soğukları kapıya dayandığı günlerdir. İstanbul’un kışı esir almışken sokakları, 1905 Yılının ocak ayında İstanbul Kadıköy’de dünyaya gözlerini açar. Asker babası deniz kuvvetlerinde binbaşıdır. İlk ve orta öğrenimini Fransız ve Alman okullarında tamamladıktan sonra, Askeri Tıbbıye’ye girer. Okuldan çıkarılınca Kabataş Lisesinde soluğu alır. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini bitirip, asistan olarak devam eder... 

1931 Yılında hayatına Mehpare hanım girer. Evlenirler. Ancak adamların davaları evlerinden, kadınlarından, çocuklarından her zaman öndedir. Evliliklerin önünü fikirlerinden dolayı, davalar, sorgular, işsizlikler, parasızlıklar alır. Dört yıl sonra boşanır ve hayatına başka dertlerle devam eder. Çıkarttığı dergiler peşin sıra dönemin hükümeti tarafından kapatılır. Bir yazısında Milli Eğitim Bakanını eleştirince, İstanbul Üniversitesinden uzaklaştırılır ve soluğu Malatya’da alır. Davasının adamı olmak zor iştir. Yirmi sekiz yaşında başlar çilekeş hayatı. Dört ay sonra Türkiye’nin en batısına Edirne’ye sürülür. Her iki ilde de edebiyat öğretmeni olarak çalışır. Serde bir kere inanmışlık vardır. İki yıl üst üste o zamanın en iyi dergilerini çıkartmayı başarır. Öyle ki, liselerde ders kitabı olarak okutulan kitaplardaki yanlışlıkları dile getirmesinden dolayı yine hazin sona uğrar dergisi kapatılır. Hayat davası için daha başına neler açacaktır bilinmez…

İkinci kez evlilik hazırlığı yapar. 1936 Yılında ikinci eşi ile evlenir. İki çocukları olur. Bir tarafta mahkemedeki davaları, bir tarafta ailesinin geçim sıkıntısıyla günler geçer. Bir gün karar verir, başka bir isimle üçüncü dergisini çıkartır. Atatürk’ün ölümünden sonraki siyasetçileri ve yaptıklarını ağır dille eleştirir. Dönemin başbakanına yazılar ve mektuplar kaleme alır. İçinde bulunduğu durumu, ikinci dünya savaşının ülkesine yansımalarını eleştirir. Çıkarttığı dergiler, yazdığı yazılar ile ülke geleninde adından çok bahsettirir. Ve yine hazin son, dönemin milli eğitim bakanı tarafından tekrar dergisi kapatılır. Cezalar, hapislerin ayak sesleri kaldığı yerden devam eder…

Bu arada yazdıklarından dolayı, diğer kişiler tarafından da mahkemeye verilir. Yıl 1944’ü gösterdiğinde, hapis cezaları birbiri ardına gelmeye başlar. Mahkemeye verdiği manifesto niteliğindeki savunma yazıları ülkenin her tarafında neredeyse ezberlenir. Ve dava günü gelir çatar. Yazar hapis cezasına çarptırılır. Dönemin başbakanı İnönü telaşlanır. Yazar ve otuz dört arkadaşı tarihin belki de en yüz karası davalarında çile doldurur. Çok kötü şartlarda yargılamalar başlar, tabutluklara atılır ve hücresine akrepler bırakılır, günlerce aç susuz işkence edilir. Neden mi? Ülkesinin çok sevdiği için…

Eşi ve iki çocuğu bu süreçte yarı aç, yarı tok yazarla birlikte çileli günlerini geçirmeye başlarlar. İşsizlikten, yokluktan, yaşamış olduğu bunca sorundan ötürü, çok sevdiği kitaplarını üç beş ekmek parasına satar. Tıpkı 19. Yüzyıl Avrupalı ve Rus birçok yazarın geçimini sağlayamadığı için ileride yüz yılın kitabı olacak düzeydeki eserlerini yok pahasına sattıkları gibi. Tamda böyle bir durumda iken, imdadına arkadaşı yetişir. Ona Süleymaniye Kütüphanesi’nde iş verir. Oradan da uzaklaştırılmak için hakkında davalar açılır, ancak bir şey çıkmaz. Her mahkemeden davası hakkında temiz kararı verilerek çıkar. Süleymaniye’de yaklaşık on altı yıl memuriyet hayatını sürdürülür. Kitapları, dergileri, yayınları, tefrikaları geceli gündüzlü çalıştığı o yer olan, Süleymaniye Kütüphanesinden çıkar…

Ömrünü işkencelerde hapislerde, çocuklarına ve eşine hasret geçiren yazar, öldüğü güne kadar hapislerle, mahkemelerle sözde terbiye edilmeye çalışılır. O yıllarda doğu illerindeki bölücü faaliyetlerden ötürü yazdığı son yazısında, on beş ay hapis cezasına çarptırılır. Yetmiş yaşındaki dava adamını hapislerde işkencelere mahkum ederler. Yaşlı vücudu yılların yorgunluğuna dayanamaz. 1975 Yılında gözlerini hayata yumar. Yetmiş yıla sığan yoksulluk içinde geçen günler, açılan davalar ile sarsılan ruhu, en ağır şartlarda hücre hapisleri, evinden, eşinden uzak yıllar. Çıkartılan onlarca kitap ve Türkiye Cumhuriyeti ayakta olduğu sürece davası için milyonların ayakta alkışladığı onurlu bir hayat. Keskin, sert ama her cümlesi doğru olan yazılarının başına açtığı dertlerle yoğrulan koca reis…

Her sürgün, bir başyapıt çıkartır her dizesinden;

Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden

Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize

Bir kemiğin ardından saatlerce yol giden

İtler bile gülecek kimsesizliğimize.

Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz

Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağı’na…

Ömrünü büyük dava uğruna harcamış yazar. İşkencelerde bedeninden lime, lime et kopartılan ama bir gün bile of demeyen yiğit. Öyle ki, hayatının son aylarında eşi tarafından bile terk edilen, yola çıktıkları tarafından tek başına bırakılan yalnız kurt…

Yetmiş yılın en çileli günlerinde bile ağzından düşürmediği sözle gözlerini hayata yuman Türk’ün Yol başçısı, ruhun şad olsun. “Tanrı Türkü Korusun”…

İkinci Yazarımız.

Kara kış kapılarda yarım metre boyunda bekliyorken, şubat ayazında Gümülcine sancağına bağlı Eğridere’de Dünya’ya gözlerini açar. Yüzbaşı olan asker babası ve binbaşı kızı annesi oğullarına jöntürklerin ismini verir. Baba askerlikten istifa ettikten sonra Balıkesir’e gelirler. Çocuk yaşta ömrünü evsiz, barksız geçirir yazar. Hani tamda bu dörtlüğe en çok yakıştırdığım insanlardan biridir. Benim hiç sapanım olmadı anne / Ne kuşları vurdum, ne kimsenin camını kırdım /  Çok uslu bir çocuk değildim ama, seni hiç kırmadım / Hep boynumu kırdım annem, ben hayatım boyunca bir tek kendimi vurdum… 

İşte tamda böyle bir durumdur duygu yüklü şairin hayatı. 1914 Yılı gelir çatar askere alınır. Aile Çanakkale’ye göç eder. 1918 Yılında Çanakkale’nin çileli günlerinde oradadır. Sonra babası ölür, genç yaşta hayatın çilesini alır omuzlarına. Hayatımın direği yıkıldı sandım der babasının ardından. Annesi ve kız kardeşi ile yarı aç, yarı tok hayat mücadelesi başlar…

Dedim ya, ömrü evsiz, barksız geçecektir yazarın. Eğitim hayatı İstanbul, Balıkesir, İzmir ve tekrar İstanbul olarak devam eder. Baba mesleği olan askeri okula gitmek ister, ama okula alınmayınca bu isteğinden vazgeçer. Tekrar İstanbul Öğretmen Okuluna geçiş yapar. 1927 Yılında öğretmen olarak Yozgat’a atanır. Yozgat’ta bir yıl görev yaptıktan sonra, tekrar İstanbul’a döner. 1928 Yılında yabancı dil öğretmeni yetiştirmek için açılan sınavı kazanıp, Almanya’ya iki yıllığına gider. Almanya yazarın hayatını çok değiştirir. Dünya’ca ünlü yazarların kitapları ile tanışır. Almanya macerası, yazdığı makaleler, öyküler, şiirler ile sürüp gider…

Türkiye’ye döner, Bursa’da Almanca öğretmeni olarak göreve başlar. Toplumsal gerçekçi denemelerini yazdığı günlerde yüz yılın şairi ile tanışır. Yazıları yüzünden ilk tutuklamayla tanışır. Yüreğinde büyük şairlerin yeteneğini taşıyan küçük dev adam, yüreğindeki sevgiliye de bir türlü vakit bulup açılamaz. Annesi ve kardeşi onun gönderdiği üç kuruş para ile Balıkesir’de yaşamaya çalışır. Hapis cezalarına karar verir mahkeme. Üç ay hapis cezasından sonra, sürgünler başlar, soluğu Konya’da alır. Öğretmenlik yaparken, annesini ve kız kardeşini de Konya’ya alır. Öğretmenlik yıllarında Anadolu’da tanıştığı insanlar onun sonraki yıllarda yazacağı başyapıtlara ilham olacaktır…

Adamlar, davalar, kadınlar. Türk edebiyatına imza atmanın umudu ile yazdığı makaleler ve küçük öyküleri gazetelere tefrika olarak yayınlanmaya başlar. Davası için yola çıkmıştır bir kere. Tek partili bir düzen Cumhuriyetin ilk yılları ve geçip giden hayatın her sayfasında adına solcu dedikleri siyasetçiler tarafından belki de en çok zulümlere uğrayacağını nereden bilecektir. Tabi birde gizliden, gizliye yandığı güzel gözlü sevdiği kızın hayali. İstanbul’a dayısının evine geldiğinde gördüğü güzeli kaçamak bakışlarla yüreğindeki yangını harlar durur. Adamların, davaların, kadınların tarumar edildiği acılı yıllardır o yıllar. Gerçi şimdi de ne değişmiştir o da ayrı bir hüzündür…

Yazdığı bir şiirde sözde Atatürk’e hakaret ettiği için tekrar dava açılır. Konya’da kıt kanaat annesi ve kız kardeşi ile yaşarken, birde bu davadan dolayı başı derde girer. 1932 Yılında karar çıkar, Konya ve Sinop ceza evlerinde başlar kahır günleri. Sinop ceza evi değip geçmeyin, hırçın dalgaların hücrelere vurduğu ve geceleri bir damla uykuya hasret kalırmış bütün mahkumlar... 

Şair yazacaktır bugün dinlediğimiz, yüreğimizi kahreden şarkılarını. Göklerde kartal gibiydim, kanatlarımdan vuruldum / Mor çiçekli dal gibiydim, bahar vaktinde kırıldım. Ya da Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma / Ağladığın duyulmasın, aldırma gönül aldırma…

Yazar, Cumhuriyetin onuncu yılındaki afla hapisten çıkar. Önce İstanbul’a gelir, sonra soluğu Ankara’da alır. Öğretmenlik yapar. Hapis yılları olgunlaştırmış yazarı. Bir yandan yazdığı öyküleri gazetelere ve dergilere verip üç, beş kuruş para kazanıp, annesi ve kız kardeşine gönderir ve bir yandan da, ülke genelinde adından söz ettirir. Birinci yazarda olduğu gibi dikkatini çeker siyasetçilerin ve hükümet yetkilerinin. Davalar açılır, ufaktan, ufağa tutuklamalar ardı sıra gelir. Tabi karşı taraftan da ciddi şekilde eleştiriler ve tehditler alır. Yazara vız gelir bu işler. Onun davası bellidir. Daha iyi, daha demokrat, daha özgürlükçü bir ülkedir hayali…

Artık düzenli bir hayata geçip, mektuplarında yazdığı güzel gözlü kız ile evlenmektir istediği. Takvimler 1935’i gösterdiğinde, İstanbul Erenköy’deki yalıda yaşayan güzel gözlü kız ile evlenir. Ankara’ya yerleşirler. Bir kızları olur. Yazar artık ülke genelinde ünlenmiştir. Yazdıkları, kitapları, konuştukları başına neler açacaktır gün ola hayır ola. Derken askerlik gelir çatar. Önce Şarkışla, sonrada İstanbul’da askerlik görevini yerine getirir. Romanlarını yazmaya devam eder. Birkaç eseri bin bir çaba ve uğraştan sonra nihayet yayınlanır. Eline biraz para geçince ya eşine gönderir ya da anne ve kız kardeşine. Parayı hiçbir zaman sevmez. Onun için varsa yoksa yeşil mürekkepli dolmakalemi ile davası için yazdıkları, çok sevdiği güzel karısı ve küçük kızıdır…

Yıl 1941 mevsimlerden yaz. Yazdıklarından ötürü başı epeyce derde girmiştir. Tutuklamalar ardı sıra gelir. Yazdıklarından ya davalar açılmış ya da başkaları ona dava açmıştır. Artık devlette öğretmenlik ve diğer görevler ile bir yere gelinmeyeceğini anlar. Yine hayatına giren başka bir önemli yazar ile birlikte yazımın başında yazdığım diğer yazar gibi, dergiler çıkartmaya koyulur. Tabi dönemin hükümeti boş durmaz, kimseyi eleştirmeye izin verilmez. Dergiler birkaç sayı sonra toplatılır ve mahkemeler başlar. Evinden ayrı düşmüştür yazar. Bir tarafta inandığı doğrular uğruna gece gündüz demeden kitaplar, romanlar kaleme alır, bir taraftan gözünden sakındığı ailesini tek damlarda yalnız başına bırakır. Eline geçen parayı mahkeme koridorlarında davalara harcamak zorunda kalır. Dedim ya, adamları, davaları, kadınları yürek sızısıdır bu ülkenin. Neye inandığının bir önemi yoktur, kime ve neye hizmet ettikleri belli olmayanların elinde tarumar edilir koca, koca yazalar. 

Ömrünün son beş yılını işkence, sürgün, kimsesizlik ve hasretlikle geçirir. Dünyayı yazdığı kitaplara, haksızlıkları makalelerine, hasretini milyonların şimdi bile ezbere bildiği türkülere, şarkılara aktarır. Ve bir gün şöyle der koca şair. Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi…

Son on beş yılda yazdığı kitaplar ile ülkenin en önemli yazarlarından olan bir adam düşünün, cebinde sigara alacak parası yoktur. Değerli ailesine borç harç bulup gönderdiği paradan başkada bir şeyi olmayan. Dönemin CHP’li hükümeti, sen misin bizden daha sosyalist olan, bizden daha özgürlükçü olan der ve anasından emdiği sütü burnundan getirir…

Öyle ki, bir arkadaşı kefil olur kamyon alırlar. Koca şair para kazanmak veya iddialara göre, ülkeden bir an önce kaçmak için nakliyeciliğe başlar. Hapiste tanıştığı kişilerden biri sözde yardımcı olur yazara. Kim olduğu, kimler tarafından yaptırıldığı henüz çözülmeyen bir cinayete kurban edilir. Günlerce sorgulandıktan sonra, kafası odunla ezilip, bir ormana atılır. Cesedini köylüler bulurlar. Aradan altı ay geçtikten sonra, biri çıkar ben öldürdüm der. İşte kısa ömrün çileli günleri bitmiştir. Adamların davaları uğruna öldükleri, süründükleri, hapislerde işkenceler gördüğü yıllardır. Ve kadınlarının o güzel gözlü kadınlarının adamlarını bekleye, bekleye ömür tükettikleri yıllardır…

İşte kadınına yazdığı son mektubundan birkaç satır; Çok sevdiğim kadınım. Bin bir bela ile İstanbul’a gelebildim. Kızılcahamam ile Düzce arasında, yani Bolu Dağı ile Gerede havalisinde çok zorlandık. Kara saplanıp gece dağ başlarında pek perişan olduk, şoför mahallinde uyuduk, az daha donuyorduk. Üstelik İzmit Dağı’nı da kar sarmış, buradan geçerken makas yani yay kırdık… Kamyonculuk yaptığında başından geçenleri anlatıyor…

Yıl 2024 Yüz yirmi önce dünyaya gelip, büyük çilelerle geçen ömürlerini ve ölümüne olsa bile vazgeçmediği davalarını yazmaya çalıştım koca şairlerin…

Birbirlerine davalar açmış ve uzun yıllar birbirlerini mahkemelerde tehdit ederek hayatlarını tüketmişler…

Biri ülkenin uçuruma sürüklendiğini, milli devletin kurulması ve Türk kimliğinin öne çıkartılması ve davası için akrepler ile hücrelerde hayatı geçmiş Türk’ün bilge yol başçısı Nihal Atsız…

Diğeri Türk edebiyatında eşsiz eserler kazandırmış, daha özgürlükçü bir ülke için, sosyal devleti savunmuş, zindanlardaki insan hikayelerinden baş yapıtlar çıkartan, ömrünü güzel gözlü yârinden uzak yoklukla geçiren ve kahpe pusulara kurban edilen bir ömür ve sol kesimin Nazım’dan sonraki tek umudu Sebahattin Ali…

Ve onlar davaları için, her gün kutlu ışıklarla süslenmiş bir yolda kendilerince yürüdüler. Bir gün bile of demeden ömürlerinin sonuna kadar savundukları davanın neferleri oldular…

Ve onların kadınları, ömürlerini adamlarının yollarını gözleyerek, çocuklarını yarı aç yarı tok büyüterek, kiralarını bile ödemek için bin bir zorluk çekerek, ölüm haberlerini aldıklarında yüreklerini dağlayarak geçirmişler…


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —