Neden her gün yeni bir doğa katliamı, yeni bir tarihi eser tahribatıyla uyanıyoruz?
Ege zeytinliklerinden Karadeniz derelerine, Erzincan İliç’ten Soma’ya Türkiye’nin dört bir yanından maden, HES adı altında doğa tahribatı yapılıyor.
Bu tahribatlar ne ilk ne de son olacak. Peki bu tahribatın nedeni ne ve bu tahribattan kurtulamaz mıyız?
Giderek artan tarih ve doğa tahribatının kaynağında ranta dayalı kalkınma modelimiz var! Bu modelde tarihi ve doğayı tahrip etmeden kalkınmak mümkün değil!
Bu model değişmediği sürece her tahribata bir kılıf bulunur Ve tahribatların önü alınamaz.
Bu tahribatı önlemek de ilk olarak ranta dayalı kalkınma modelinden kurtulmak, daha sonra da güçlü bir hukuk sistemi kurmakla mümkündür.
Bir ülkede kişi başı milli gelir arttıkça o ülkede ev sahipliği talebi azalıyor. Peki, zengin ülkeler parayı başka yere yatırırken fakir ülkeler varını yoğunu neden betona, ranta gömüyor hiç düşündünüz mü? Bu sorunun cevabı bizim ülkemizdeki hukuk sisteminde! Bir ülkede hukukun üstünlüğü arttıkça o ülkede ev sahipliği ve betona dayalı sistem azalıyor! Hukukun üstün olduğu ülkelerde yurttaşlar birikimlerini tapu güvencesine hapsetmek zorunda değil; çünkü bu ülkelerde devlet keyfi uygulamalarla ekonomik alana müdahale etmiyor. Hukuk üstünlüğünün yerleşmediği ülkelerde ise parayı güvence altına almanın yolu inşaata yatırım.
Hukukun üstünlüğü yoksa rant vardır!
Gelişmiş demokraside imar planları bizdeki sıklıkla değişmiyorsa bunun nedeni oradaki politikacıların rantı sevmemesi değil, oradaki hukuk sisteminin politik müdahaleye izin vermemesidir. Gelişen her kent bir rant yaratır; ama oturmuş bir hukuk sisteminde bu rantı politikacılar kendi çıkarlarına göre dağıtamaz. Bu rant bağımsız kurullar tarafından kamu yararına kullanılır. Bizde ise durumun tam tersi olduğu aşikar.
Ranta dayalı kalkınma modelinde yatırımcılar için inşaat kaçınılmaz bir sektör. Türkiye’de mevcut şirketlerin haricinde yeni kurulan 900 anonim şirketin 137’sinin inşaat odaklı olduğunu görüyoruz! Yeni kurulan şirketlerin niteliği daha çok park, daha çok tarihi eser ve daha çok derenin tahrip edildiğini gösteriyor.
Hukuk üstünlüğünün tartışmalı olduğu ülkemizde tapu güvence, inşaat ise temel rant alanı! Böyle bir ülkede yatırımcılar rantın cazibesine hayır diyemez.
Bir yetkilinin imzasıyla milyarların kazanıldığı bir sektör varken aklı başında bir girişimci başka sektörde risk almaz.
Bizi doğayı ve tarihi hiçe sayarak büyümeye mahkum eden model işte böyle ortaya çıkıyor.
Tohum ekilip yeşerecek potansiyele sahip verimli topraklar, bina dikilip betonarme ile dolduruluyor.
2020 yılı sonu itibarıyla tarım alanlarının yüzde 12’si kaybedildi. 2001’de 26.3 milyon hektar olan arazi 2020’de 23.1 milyon hektara indi. Son yıllarda resmi rakamlar açıklanmasa da bu alanın 19 milyon hektara düştüğü tahmin ediliyor. Resmi verilere göre geçen zamanda Hatay’ın yüzölçümünün yaklaşık 6 katı tarım arazisi yok edildi. Zeytinlikleri madenciliğe açmak için yargının iptal kararlarına rağmen 20 yılda 8 kez Meclis’e yasa teklifi getirildi, tarım arazilerini, ormanları, meraları, yaylaları imar ve ranta açarak tarım ve hayvancılığa da ağır hasar verdi. Yine 2001’de çiftçi kayıt sistemine (ÇKS) kayıtlı çiftçi sayısı 2 milyon 183 binken 2021’de 2 milyon 173 bine geriledi. Ayrıca SGK kapsamındaki çiftçi sayısının ise son 10 yılda yüzde 55 azaldı.
Ülkemizin inşaat ve rant hırsıyla Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamındaki Harran Ovası betonlaştı. Son 10 yılda Harran Ovasında 100 bin dönüm, Şanlıurfa genelinde ise 500 bin dönüm tarım arazisi betonlaştı. Kaçak yapılaşmanın çok yaygın olduğunu, yerel yönetimlerde buna göz yumdu.
“Önümüzdeki yıllarda işlenecek arazi kalmayacak. Yaylalarımızda imara açılıyor. Fındık bahçeleri betonlaşıyor. Artvin’de dağlık yerlere derelere, HES’ler Maden arama adı altında doğayı tahrip etmek, inşaat yapmak müteahhitler için daha az maliyetli oluyor. Bu hızla tarım arazileri yaylalar imara açılırsa ciddi gıda kriziyle karşı karşıya kalacağız.
Türkiye’nin ranta dayalı kalkınma modeli kâh Karadeniz de HES’ lerle kâh Gezi parkını AVM yaparken, kâh Validebağ Korusu’nu imara açarken karşımıza çıkıyor. Bu kalkınma modeli Ege’de zeytinlikleri, Karadeniz’de dereleri tahrip ederken karşımıza çıkıyor. Bu kalkınma modelini değiştirmeden yaşadığımız sorunlarla baş etmek mümkün değil.
Hem iktidardan hem muhalefetten yeni bir kalkınma modeli talep etmek zorundayız.
Aksi halde ne üzerine titreyeceğimiz tarihi zenginlik, ne de korumak için mücadele edeceğimiz tabiat parçası kalmayacak. Ve o zaman betonun yenecek bir şey olmadığını çok acı bir şekilde anlayacağız.
Eğitimci Yazar
Soner Atabek