Zübeyir ÇÖMLEKÇİ

Tarih: 12.12.2023 23:05

İCRAAT NEDEN MAFİŞ?

Facebook Twitter Linked-in

             İCRAAT NEDEN MAFİŞ?

          Kur’anın, insana hayat veren ilkeleri ışığında Müslüman Toplumlara bakınca, hemen Hayali’nin şu beytini hatırlarım.

          “Cihân-ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler,

            O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.”     

          Evet, alemi süsleyen varlık (Allah) her zerresiyle alemin içinde. Ama Müslümanlar nedense O’nu, hep başka yerlerde hatta çok uzaklarda arıyorlar. Hayatın her zerresinde, adeta gözlerimizin içine bakarak “Ben buradayım” diye, haykırıyor. Ama yine Müslümanlar O’nu görmüyor ve duymuyorlar. Hem de O’na tereddütsüz inandıklarını söyledikleri halde. Tıpkı Hayali’nin beytinde ifadesini bulan; balıkların kendilerine hayat veren suda yaşadıkları halde, suyu bilmedikleri gibi.

          Zaman zaman yazılarımda, konunun temelinde yatan sorunları ve çözüm yollarını dile getiriyorum. Şimdi de şunları söylemek isterim. Genel olarak Müslümanların, Kur’anı tabiri caiz ise didik didik edilecek bir kitap olarak değil de sadece Mushaf olarak görmeleri, en büyük handikaplarından birisi olsa gerektir. Çünkü kitap; okunur, anlaşılır, ondan yeni bir bilgi öğrenilir, yeni bir ufuk / yol / yöntem ve anlayış kazanılır. Kaldı ki Kur’anın tüm kitaplardan farklı olarak; bilgi vermenin ötesinde, insana yeni bir anlayış / bilinç / şuur ve duruş / davranış kazandıran temel bir özelliği vardır. 

          Mushaf ise; kağıdına / kılıfına değer verilerek saklanıp korunan ve kendisine neredeyse yaklaşılmaz derecede korkarak saygı duyulan, antika bir eşya gibidir. Kültürümüzdeki Kur’anla ilgili tüm saygı örneklerinin de bu algıyı yaymaya yönelik olduğu görülür. Kur’anı sevmek ise, gündemimize hiç girmemiştir maalesef. Yemin ederken bile; “Kur’an çarpsın” diyen insanların Kur’ana saygısı, sevgisinden dolayı olabilir mi? Halbuki Kur’an, kimseyi çarpmaz. Aksine bütün çarpıkları düzeltir. Geliş amacı da bütün çarpıklıkları ve yamuklukları düzeltmek içindir zaten. 

          Kur’an; şerefli bir öğüt olduğunu ve yakın gelecekte kendisinden hesaba çekileceğimizi (Zuhruf:43/44) açıkça bildiriyor. Düşünün Allah aşkına!.. Bir öğrencinin, sınava gireceği ders kitabının bilgisinden faydalanmadan, kapağı / kılıfı / kağıdı ile ilgilenmesi başarılı olmasını sağlayabilir mi? Ya da doktorun verdiği reçetedeki ilaçları alıp kullanmadan, reçete kağıdını yanında taşımakla hasta iyileşebilir mi? Bu sorulara evet diyecek aklı başında bir tek insanın çıkacağını kimse düşünmez herhalde. Durum bu kadar açıkken, iş Kur’ana gelince; neden sınav kitabının içeriğiyle / bilgisiyle değil de, kılıfıyla / kağıdıyla ilgilenmekle yetiniliyor? İnsanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak (İbrahim:14/1) ilkeleri anlayıp uygulamak, yani doktorun verdiği ilaçları kullanmak yerine, inadına reçetenin kağıdına bakılarak iyileşmeye çalışılıyor? 

          Hem bu sorulara cevap veremeyen hem de din algısı isim ve şekilcilikten öteye geçmeyenlerin, böylece daha ilk basamakta kalanların, kıyamet gününde Allah’ın Elçisinin kendilerinden şikayetçi olacağını biliyorlar mı acaba?

             Evet Ahirette Allah’ın Elçisi;

             “…Ey Rabbim, benim toplumum bu Kur’an-ı mehcur bıraktı…” (Furkan:25/30). Diye Müslümanları Allah’a şikayet edecektir.

           Bu ayette dikkat edilmesi gereken husus; Kur’anın metruk (terk dilme) değil, mehcur bırakıldığının bildirilmesidir. Mehcur; hicretle aynı (HCR) kökten gelir. Biliyorsunuz hicret bir yerden ayrılma, göç etme, başka bir yere gitme demektir. Ama ayrılan yer, yok olmadan ve yıkılmadan olduğu yerde durur biliyorsunuz. Onun için mehcur bırakma; kendisinden hicret edilen, terkedilmiş gibi uzak durulan ve kendi haline yalnız bırakılan demektir. Yani; var ama yok gibi. Varlığını fark etmemek / görmezden gelmek. Var mı-yok mu belli değil. Varlığı şekilden öteye geçmeyen. Varlığının bir işlevi olmayan. Varlığının anlamı kaybolan. Kendisiyle haşir-neşir olunmayan. İlgi ve itibar gösterilip danışılmayan. Sıradan herhangi bir şey gibi (olsa da olur, olmasa da) algılanan demektir. 

          Bu ayete rağmen bir insanın Kur’anla ilişkisi hala kılıfından / kağıdından ve şekilden öteye geçmiyorsa; ya bu ayeti hiç anlamamıştır / anlamak için okumamıştır. Ya da inancında samimi değildir. Ben başka bir şık bulamadım. Siz biliyorsanız, lütfen bana da söyleyin?     

          Kanaatimce burada ikinci basamak da Müslümanların, Kur’andan hayata ve hayattan Kur’ana giden bir yol olduğunu hala anlamamış olmalarıdır. Çünkü hayattan kopuk / hayata bakan yönü olmayan, işlevsiz ve ayakları yere basarak hayatla bütünleşmeyen bir din algısı, insana hiçbir şey veremez. Kur’anın “Sıratı müstekıym” dediği Allah’ın tek doğru yoluna onu iletemez. Onun için Kur’an; kendisinin, canlı ve yaşayan hayat ayetleriyle (yaratılmış ayetlerle) birlikte okunmasını ısrarla vurgular. Sebebi; hayat ayetlerinin ortaya koyduğu tefsir gerçek iken, Kur’an ayetlerinin ortaya koyduğu tefsirin izafi olmasıdır. Çünkü insanla birlikte gerçekte var olan canlı / yaşayan, hayat ayetleridir. Kur’an ayetleri ise onlara işaret içindir. Kur’an ayetlerinin de hayat ayetleri gibi olması için sosyal norma dönüşmesi lazımdır. Bunu yapacak olan da insandır.

          İlk eşiği bile geçmek şöyle dursun, anlamayan, anlamak için gayret sarf etmeyen sayısız Müslümanın (çoğu İlahiyatçı da dahil) bunu anlamasını ve gerçekleştirmesini beklemek, hem Kur’anın hem de aklın verileriyle çelişecektir. Gelişen ve kalkınan, böylece dünyada söz sahibi olan ülkelere bakın. Temel özelliklerinin, yaratılmış ayetleri doğru okuduklarını görmek olacaktır. Merhum Mehmet Akif’in batıyı; “İşleri var bizim dinimize benzer, dinleri var bizim işimize benzer” diye tanımlaması, tam anlamıyla bu gerçeği vurgulamak içindir.

           Genelde; “… İnanıyorsanız üstünsünüz.” (Al-i İmran: 3/139) ayeti herkesçe bilindiği için, Müslümanların her zaman üstünlük havası içinde oldukları görülür. Hem de kendi inançlarının Kur’ana uygun olup olmadığını hiç sorgulamadan. Halbuki sınırlı sayıdaki Müslümanı bir tarafa bırakırsak, din hizmetlerini bir meslek olarak gören sayısız Diyanet Mensubu ve ilahiyatçı dahil büyük çoğunluğun din anlayışının, kutsanmış bir geçmiş ve hayali bir gelecek üzerine kurulu olduğunu görürüz.

          Kur’anın isimlerinden biri de Furkan’dır. Furkan; farkındalıktır. Fark yaratandır. Farkı ortaya koyandır. Dikkatinizi çekerim. Kur’an bunu hep insan zihnini tahrik ederek yapar. Onun için; zihnini başkalarına ipotek eden insanların bunları anlaması ve basamakları birer birer hazmederek çıkması; sadece akla değil, Allah’ın evrene koyduğu tüm fiziki yasalarla sosyal yasalara da aykırıdır. Kur’anı hayat ayetleriyle birlikte okuyarak zihin tahrik olacak ki, insan anı yaşadığının farkına varsın ve bugünün sorunlarına çözüm üretebilsin. Kutsanmış bir geçmişin peşine takılan insanlar, sürekli geçmişin özlemi içinde olduklarından bırakın sorunlara çözüm üretmeyi, çoğu zaman sorunların farkına bile varamamaktadırlar.

          Buna; hayali bir gelecek de eklenince, kimsenin elini taşın altına koymadığı ve toplumun bir kurtarıcı bekleme moduna girdiği, doğal bir sonuç olarak görülür. O zaman da biriken devasa sorunlar, toplumu tam bir kaos ortamına sürükler. Yoksa; insanlığı mutsuz ve huzursuz eden sayısız sorunları bile görmeyen, görebildiklerini çözmek için de Mehdi (kurtarıcı) bekleyen milyonlarca Müslüman nasıl oluşurdu. Dahası; her aklını oynatanın kendini Mehdi ilan ettiği bu kadar çok asalak / parazit sahte “din adamı” nasıl ortaya çıkardı? O da yetmez. Sahte din algısıyla yaratılan kaos ortamından beslenmek için aç kurtlar gibi pusuda bekleyen çıkar çevrelerinin akıl almaz derecede çok olduğunu nasıl görebilirdik?

          Birleşmiş Milletler Teşkilatından sonra sayıca dünyanın en büyük oluşumu nedir? Hiç düşündünüz mü? Düşünmediniz ise ben hemen söyleyeyim. İslam İşbirliği Teşkilatı (57 ülke). Kurulduğundan (1971) bugüne; bırakın insanlığın sorunlarından bir tanesine çözüm üretmesini, üretilen çözümleri uygulayarak katkı sunduğunu hiç gördünüz veya duydunuz mu? Hem de günümüzde ekonominin olmazsa olmaz en önemli lokomotitifi olan enerji kaynaklarının (petrolün % 65’i, doğalgazın % 51’i) üye ülkeler tarafından çıkarıldığı halde. Kendi sorunlarını çözmek şöyle dursun, dağlar gibi sorunları görmeyen / göremeyen, hatta düşmanından bile medet uman sözüm ona Müslüman Liderler, nasıl çözüm üretebilirdi ki!

          “Kendisi muhtac-ı bir himmet dede,

            Nerde kaldı gayrıya himmet ede.” 

      Günümüz Müslümanlarının ve özellikle de Liderlerinin, bu kadar imkanlar içerisindeyken, beyitte anlatılan himmet dede konumuna düşmeleri, kahrolacak bir durum değil midir?

       Müslüman Ülkeler bu haliyle enerjinin % 50’den fazlasına değil, tamamına da sahip olsa yine hiçbir çözüm üretemez. Çünkü çözüm üretmek, Allah’tan başkasına kul / köle olmayarak gerçek hürriyetin zirvesine ulaşmış, yaratılmış ayetleri doğru okuyan, aksiyon sahibi insanların işidir. Gündemi belirleyen ve toplumları arkasından sürükleyenler bunlardır. Aklını ve vicdanını başkalarına ipotek eden insanlar ise, belirlenen gündeme göre oradan oraya sürüklenerek olaylara sadece reaksiyon (tepki) gösterebilirler. Nitekim, İslam İşbirliği Teşkilatının kuruluşu bile; 1969 yılındaki Mescidi Aksa’nın kundaklanmasına tepki olarak kurulmuştur. O zaman ki adı; İslam Konferansı Örgütüdür. Fakat ne acıdır ki, reaksiyonu bile ellerine yüzlerine bulaştırmadan yapamadıklarını görmek vicdanları daha çok yaralamaktadır. Bunun için hiç uzaklara gitmeye gerek yoktur. Gazze gündemiyle 11 Kasım 2023 tarihinde Riyat’ta yapılan toplantıdan sonra, hiçbir şey olmamış gibi kurdukları hayal dünyalarında mutlu-mesut yaşamaya devam ettiklerini görmek yeterlidir.

          İnsanlığa önder olmaları için Allah tarafından seçilen Nebi ve Resüller; Kur’anın anlatımıyla, Vahiyleri yaratılmış ayetlerle birlikte okuyan tam bir aksiyon insanı olarak karşımıza çıkarlar. Öyle olmak zorundadırlar. Çünkü Rabbimiz, onları bunun için seçmiş ve görev vermiştir. Bakın Allah, Elçisine; görevine başlarken ortaya koyacağı aksiyonu nasıl ifade ediyor: 

يَٓا اَيُّهَا الْمُدَّثِّرُۙ -قُمْ فَاَنْذِرْۙ  -وَرَبَّكَ فَـكَبِّرْۙ -وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْۙ -وَالرُّجْزَ فَاهْجُرْۙ-

Bu metin, Müddessir Suresinin (74.sure) ilk beş ayetidir. Genelde bütün mealler de bu ayetlerin şöyle tercüme edildiğini görürsünüz:

            “Ey bürünen! Kalk ve uyar. Ve Rabbini yücelt. Ve Elbiseni temizle. Ve Tüm pisliklerden uzaklaş!”

           Arapçada kelime ve cümleleri aynı hükme bağlamak için atıf harfleri kullanarak gereksiz tekrarlar önlenir. Bunların içerisinde Ve (vav) ile Fe anlam olarak birbirine benzemekle birlikte, zaman / süre açısından birbirinden ayrılırlar. Ve ile öncesine bağlanan işlem, uzun bir zaman diliminde (süresi belli olmayan) yapılırken, Fe ile bağlanan işlemin hemen / vakit geçirmeden yapılması gerektiği anlaşılır. 

          Daha iyi anlaşılması için; “Çocuklar geldi ve / fe uyudu” cümlesini örnek olarak değerlendirelim. Aradaki bağlaç Ve ile yapılmışsa, süresi belli olmayan bir zaman dilimi içinde uyudukları (hemen de olabilir, saatler sonra da olabilir) anlaşılır. Halbuki bağlaç Fe ile yapılmışsa, hemen yani gelir gelmez / hiç vakit kaybetmeden uyudukları anlaşılır. Ayrıca dikkat ederseniz, cümleleri birbirine bağlamak için Ve zaten kullanıldığı halde, yapılması istenen iş / eylem / aksiyon için Fe bağlacı ayrıca kullanılmıştır. Buna göre söz konusu ayetlerin tam anlamı şöyle olmaktadır:

          “Ey bürünen! Kalk ve hemen uyar. Ve Rabbini hemen yücelt. Ve Elbiseni hemen temizle. Ve Tüm pisliklerden hemen uzaklaş!”

        Burada anlatılmak istenen şudur: Görev ve sorumluluk bekletilmez, savsaklanmaz. Onları yerine getirirken erteleme ve üşenme yapılmaz. Zalimi durdurmak için daha çok zulüm yapması beklenmez. Mazlumu kurtarmak için daha çok mağdur olmasına fırsat verilmez. Hak ve hakikatin ortaya konması ve adaletin tesis edilmesi zamana bırakılmaz. Çünkü görevin ertelenmesiyle doğan zararlardan, görevli olan sorumludur. Zamanında yerine getirmediğin sorumluluktan dolayı zulüm artar ve mazlumlar daha da çoğalır. Hak ve hakikati ulaştırmadığın insanların vebali senin üzerine olur. Ayrıca geciken adalet, adalet olmaktan çıkar.

       Bununla birlikte uyarmak için neden kalkmak gerektiği de çok önemlidir. Çünkü görevle ortaya konacak şey, hak ve hakikatın ta kendisidir. Adaletin tesisidir. Zalime engel olmaktır. Mazlumun elinden tutup kaldırmaktır. Bütün bunlar; oturarak, yatarak, saklanarak, uyuşuklukla, tembellikle, miskinlikle ve korkaklıkla yapılamaz. Nereden geldiği belli olmayacak ve kaynağı konusunda insanları şüpheye düşürecek şekilde fısıltı ile hiç yapılamaz. Çünkü bu durum, görev ve sorumluluk bilinciyle bağdaşmadığı gibi aynı zamanda münafıklık işaretidir. Ama buradaki ayağa kalkmak; ucuz kabadayılık şeklinde olmadığı gibi, laf olsun kabilinden de değildir ve olmamalıdır.

     Çünkü; Kehf Suresinde (18.sure) 10.ayetten itibaren Ashab-ı Kehf (mağara arkadaşları) adı verilen ve örnek gösterilen yiğit gençlerin durumu anlatılır. Burada karşımıza çıkan gerçek şudur: Allah’a ortak koşan, günün zalim yöneticisinin karşısına çıkıp hakikati haykırmadan önce bu gençlerin, bütün bilgilerini ve donanımlarını kalpleriyle irtibatlandırdıkları görülür.

      Kur’anın bizde farkındalık yaratması için, inancımız bizi ayağa kaldırmalı ve değerler üretmelidir. Ama bunun için önce din anlayışımız ayağa kalkmalıdır. Kendisi yerlerde sürünen bir anlayış, bizi nasıl ayağa kaldırabilir ki? Kuran bizden yerlerde sürünen değil, ayağa kalkan ve değer üreten din ister (Rum:30/30-Beyyine:98/5). Ürettiğiniz ve sorunların çözümüne katkı sunduğunuz kadar değerli olduğunuz bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir dünyada sadece tembellik ederek veya iş yapıyor görünerek değil gerek sorunun bir parçası olarak gerekse sorunları görmezden gelip geleceğe havale ederek Kur’ana inandığını söylemek, tarifi imkansız bir saygısızlık olsa gerektir. Bu saygısızlığın bedelini ise Kur’an; “… Aklını kullanmayanları Allah pislik içinde bırakır” (Yunus:10/100) şeklinde açıklamaktadır.

          Hikaye bu ya!

       Zamanın birinde Arapların Kabile Reisleri toplanmışlar. İçlerinden biri; “Dünya çok değişti, her tarafta uluslar devlet oldu. Biz de kabilecilik anlayışından kurtulup devlet mi kursak acaba?” diye söze başlar. Bir başkası; “İyi ama bizim geleneğimizde bir devlet kültürü yok. Bu devlet nasıl kurulur ve yönetilir? Bu konuda hiçbir bilgimiz yok ki” der. Bunun üzerine bir üçüncüsü, şöyle bir çözüm önerir; “En yakınımızda Türkler var, onlar bu konuda çok tecrübeli olmalılar. Defalarca kurdukları devleti yıkıp yeniden kurmuşlar. İçimizde Abdülcebbar da akıllı adamdır. Türkiye’ye gönderelim, altı ay devlet kurumlarının nasıl çalıştığını inceleyip rapor versin. Biz de ona göre hareket edelim.” Bu fikir uygun bulunur. Abdülcebbar Türkiye’ye gelerek altı ay devlet kurumlarını inceledikten sonra bir rapor verir.

            Rapor şöyledir:

         “Yevme’l birifing,         

          Küllün ictima’,           

          Mebrulen tahrirat,   

          Harfiyyen itaat,         

          Ma’fiş icraat.”     

           Anlamı:

           Günlük birifing,

           Hep toplantı,

           Anlamsız yazışmalar,

           Kayıtsız itaat,

           Sonuç boş.

------------------------------------------------

12 / 12 / 2023 – Zübeyir ÇÖMLEKÇİ


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —