Zübeyir ÇÖMLEKÇİ


KUR'AN-IN YÖNETİM İLKELERİ-2

KUR'AN-IN YÖNETİM İLKELERİ-2


          KUR’AN-IN YÖNETİM İLKELERİ-2

          Bu bölümde; yönetimin üçlü sacayağından biri olan ehliyet / liyakat üzerinde duracağız. Bunun için önce, konunun iki temel kavramı olan ehliyet ve emanetin, ayrıntılı olarak bilinmesi gerektiğine inanıyorum.                

          EHLİYET: Arapça (EHL) kökünden türemiş olan bir mastar olup Kur’anda da bu (kök) haliyle geçtiği görülür. EHL; sahip, malik, bir yerde oturan, oranın halkı, kadın-erkek eşlerden her biri, becerikli, uygun, yeterli gibi anlamlara gelir. Dini bir terim olarak kullanılan Ehl-i Beyt (Muhammed Aeyhisselamın ev halkı) ile hukukta kullanılan  Ehl-i Vukuf (bilirkişi) kavramlarının, kelimeyi eksiksiz anlayarak konuyu doğru bir zemine oturtabilmemizi sağlayacak en güzel örnekler olduğuna, dikkatinizi çekmek isterim.

          Buna göre kelime olarak Ehliyet; yetkinlik, elverişlilik, yeterlilik, uygunluk, liyakat anlamlarına gelir. Dini bir kavram olarak; kişinin dini ve hukuki hükme konu olmaya elverişli / uygun olmasıdır. Başka bir deyişle; dini ve hukuki açıdan yetki ve sorumluluğa sahip olmasıdır. Nitekim, çocuklarla akıl nimetinden yoksun olanların hem dinen hem de hukuken yetki ve sorumluluk sahibi olmamaları, buna (ehliyete) haiz olmadıkları içindir.

EHLİYET!.. NE İLE?

          EMANET: Arapça güven ve emniyet anlamındaki EMN mastarından gelen emanet kelimesinin fert boyutundaki dar anlamı; hiyanetin karşıtı olup güvenilen bir kimseye korunması için bırakılan şey demektir. Nitekim “…Kendisine güvenilen (emanetverilen) kişi, emaneti sahibine versin…” (Bakara:2/283) ayetinde belirtilen emanet bu anlamdadır. İnsana verilen can, mal, akıl, vicdan … gibi maddi ve manevi tüm değerler de bu cümledendir.

          Emanetin geniş ve kapsamlı anlamı ise; insanın, dini ve hukuki açıdan yetki ve sorumluluğunu taşıyacağı maddi ve manevi her şeydir. Nitekim “Şüphesiz Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hüküm vermenizi emreder…” (Nisa’:4/58) ayeti, bu kapsamdaki emaneti ifade etmektedir. 

          Görüldüğü gibi bu ayette, ahlak ve hukukun olmazsa olmaz iki temel prensibi (ehliyet ve adalet) birlikte emredilmektedir. Böylece konu, ferdi ve dar bir çerçevede kalmayıp toplumu, yönetimi, devleti ve milleti, hatta tüm insanlığı ilgilendiren bir boyuta taşınmaktadır. Tüm insanları ilgilendiren böylesi bir emanet de olsa olsa; toplum, devlet, millet ve insanlık adına yapılacak görevler ile bu görevlerin yetki ve sorumluluğu olabilir.

          Emanet, güven ve emniyet anlamındaki EMN kökünden geldiğine göre, güven ve emniyetin olmadığı yere, kişiye emanet verilmeyeceği gün gibi açık hale gelir. Çünkü güven ve emniyet yoksa, emanette yok olacaktır. Onun için; yolunu biliyor diye tilki, kümese bekçi yapılmaz / yapılmamalıdır. Bu nedenle her şeyden önce; güven ve emniyetin sağlanması için, bütün ön kabullerle niyet okumalardan ve sübjektif anlayışlardan uzak, aklın ve bilimin aydınlığında tüm insanlık vicdanının tatmin olacağı objektif kriterlerin net olarak ortaya konması gerekir.     

LİYAKAT!.. NASIL?

          Kur’an; yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti, insanın yüklendiğini (Ahzap:33/72) yani; varlıklar arasında bu ehliyeti / yetki ve sorumluluğu taşıyabilecek olanın sadece insan olduğunu açıklar. Ama bununla yetinmez. Varlıklar içerisinde insana emanetin (görev, yetki ve sorumluluğun), donanımından / ehliyetinden, bilgi ve birikimi ile bunları kullanabilme sorumluluğunu taşımasından sonra verildiğini  de bildirir (Bakara:2/30 vd-A’raf:7/172). Onunla da yetinmez. Herkesin yaptığının karşılığını mutlaka bulacağını / herkesin yaptıklarıyla değerlendirileceğini çok açık ve net olarak açıklar (İsra’:17/13-Necm:53/39-Müddessir:74/38). 

          Siz bu anlatımlarda, herhangi bir ön kabulle niyet okuma ya da sübjektif değerlendirme görebilir misiniz? Göremezsiniz. Tam tersi; emanetin kime, niçin verildiğini yani ehil olmanın şartlarını (donanım / ehliyet), sonunda da yetki ve sorumluluğun doğru kullanılıp kullanılmadığının neye göre değerlendirileceğini (icraat) bildiren objektif kriterleri görebilirsiniz. Halbuki Allah sınırsız güç, irade ve bilgi sahibi olarak her şeye hakimdir. Ama buna rağmen, ilkesiz ve ölçüsüz hiçbir iş yapmadığını adeta üstüne basa basa anlatıyor. Çünkü O, bizi çağırdığı istikamet olan “sıratı müstekıym” (Hud:11/56) üzeredir. 

          Müslümanlar, Allah bize bunları neden anlatıyor? Diye hala düşünmeyecekler mi? Her şeye hakim olan Allah, kendisinin ilkeli ve ölçülü iş yaptığını bildirirken, insan; ilkesiz ve ölçüsüz iş yapma yetkisine sahip olduğunu nasıl düşünebilir? Allah evrendeki varlıklara görev, yetki ve sorumlulukları, ön kabulle değil de liyakat ve donanıma göre verdiğini, değerlendirmeyi de mutlaka amellere (icraata) göre yaptığını açıklamışken, O’na inananlar; nasıl olur da bunları keyfi tutum ve davranışlarına göre yapma rahatlığını kendilerinde bulabilirler? Onun için her şeyi bu kadar açık seçik anlatan bir kitabın ilkelerini örnek alıp rehber edinmeyecekseniz, Ona neden inanıyorsunuz? Diye soranlara, Müslümanların verebilecekleri cevaplarının olduğunu düşünemiyorum. 

          Bir masalı veya hikayeyi bile okuyan da dinleyen de oradan mutlaka bir ders çıkarılacağını bilir. Allah aşkına! Bu kitabın bir masal ya da hikaye kadar da mı değeri yok? Müslümanlar olarak Kur’an-ı ne hale getirdiğimizin ve kendimizden / hayatımızdan ne kadar uzaklaştırdığımızın farkında mıyız? Maalesef büyük çoğunluğun böyle bir derdinin olmadığını söylemek hiç de yanlış olmasa gerek. Bunları dert edinmeyenlerin en büyük özelliği, olaylara hep içeriden bakmaya alışmalarıdır. Çünkü hep içeriden bakanlar, dışarıda ne olup bittiğinin farkına varmak şöyle dursun zamanla, yanlışlarını bile doğru görerek onlarla mutlu olmaya alışırlar. 

          Onun için gerçeklerle yüzleşmek ve hesaplaşmak akıllarının ucundan bile geçmez. Halbuki kurduğunuz sistemin, kültür ve medeniyetin büyüklüğü veya küçüklüğü, sadece ama sadece dışarıdan bakarak tam ve doğru anlaşılabilir. Bu gerçeği çok iyi bilen ve hayatına yansıtan Alman Filozofu Nietzsche (Hıristiyan olduğu halde) Haçlı savaşlarını; “Önünde diz çökmeleri gereken asil ve yüksek bir kültüre karşı açılan savaş” diye nitelendirir.

          Eğer derdiniz Kur’an-ı anlamak ve rehber edinmekse; bırakın tamamını, bir ayetini, bir kelimesini hatta bir tek harfini bile görmezden gelerek hareket edemezsiniz. Çünkü bir tek harfi bile görmezden geldiğinizde, Kur’an-ın anlamını daraltmanız, değiştirmeniz, eksik ve yanlış anlamanız hatta hiç ilgisi olmayan taraflara çekerek çarpıtmanız kaçınılmaz hale gelebilir. Nitekim emanetlerin / görevlerin ehline verilmesini emreden ayetteki (Nisa’:4/58) “Ehliha” kelimesinin “ha” zamirini görmezden geldiğiniz / değerlendirmediğiniz takdirde tam da böylesi bir duruma düşmüş olursunuz. 

         Konuyu çok fazla gramer kuralına boğmadan anlatmaya çalışayım. Yukarıda belirttiğim kelimenin zamiriyle beraber anlamı “ona ehil olana / o göreve ehil olana” demektir. Yani ehliyet / liyakat, verilecek görevle ilgili olmak zorundadır. Yoksa, herhangi bir konuda ehil olan bir insana her alandaki görevin verilebileceği anlamını çıkarmak kesinlikle yanlış olur. Nitekim; her şey layıkıyla yapana yakışır anlamındaki; “At binenin, kılıç kuşananın” atasözümüz, tam da bu durumu anlatır. 

         Burada çok önemli bir başka durum da şudur: “Emanetleri, ona ehil olana verin” demek suretiyle, önce görevin ortaya konması / görev tanımının yapılması sonra o göreve uygun ehil insanın seçilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu da; “insana göre iş değil işe göre insan” prensibini uygulamayı zorunlu kılmaktadır.

EMANETİ, EMİN ELE VERDİĞİNİZDEN EMİN MİSİNİZ?

          Dünyanın neresinde olursa olsun; özel şoför arayan bir insanın, sadık veya çok yakını olduğu için sürücü belgesi olmayan birini işe aldığını göremezsiniz. Ama sadece bunu değil, arabasının motorundaki arızayı kaporta ustasına tamir ettireni veya gözündeki rahatsızlık için KBB doktoruna muayene olanı da göremezsiniz. Çünkü her yerde, böyle davranan birisinin aklından zoru olduğu kanaatine varılır. İşte Kur’an-ın istediği de, özel hayatımızda gösterdiğimiz bu hassasiyetin, toplum ve insanlık nezdindeki emanetlere de gösterilmesidir. Gösterilmeli ki; tüm canlılar için sürdürülebilir, sağlam ve sağlıklı bir hayat, yeryüzünde hakim olsun. Gösterilmeli ki; Allah’ın çağırdığı selam (barış ve esenlik) yurdu (Yunus:10/25) sadece ahirette değil, dünyada gerçekleşmiş olsun.

          Kur’an-ı en güzel şekilde anlayan, anlatan ve uygulayan kişi olarak Allah’ın Elçisi Muhammed Aleyhisselamın hayatında, diğer konularda olduğu gibi bu konuda da sayısız, açık, net ve canlı örnekler mevcuttur. Bunlardan vereceğim iki örnek, Kur’an-ın evrensel mesajına uygun, çağları aşan uygulamalar olarak gözümüzün önünde tüm çıplaklığıyla durmaktadır.

          Birincisi; Mekke’den Medine’ye hicret ederken yanında en yakın arkadaşı Ebubekir’den başka kendilerine rehberlik etmesi için ücretle tuttuğu bir de kılavuz vardı. Dikkatinizi çekerim. Bu kişi (kılavuz), Abdullah b.Ureykıt adında bir müşrikti. 

          İkincisi; Mekke’nin fethinde Kabe’nin anahtarını taşıyan (güvenlik ve bakımından sorumlu olan) Osman b.Talha adındaki kişi de yine müşrikti. Müslümanların içinde bu görevin kendisine verilmesini bekleyenler olduğu halde Allah’ın Elçisi, görevini layıkıyla yaptığından dolayı Kabe’nin anahtarını söz konusu müşrikten almamış ve görevine devam etmesini sağlamıştır. 

          Çünkü O; görev, yetki ve sorumlulukların ehil olmayanlara verilmesinin toplumun kıyameti olacağını / felakete sürükleneceğini biliyor ve inananları da bu kadar açık bir şekilde uyarıyordu. Böylece ayetin ruhuna uygun olarak; insana göre iş değil, işe göre insan seçmek gerektiğini sadece anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda uygulayarak da göstermiş oluyordu. Şimdi soruyorum. Müslümanlar bunları örnek almayacaksa, Allah’ın Elçisinin örnek oluşuna (Ahzap:33/21) inanmalarının bir anlamı olur mu?

          Günümüzde sadakatle liyakatin yarıştırıldığı, hatta sadakatin liyakatten önce gelmesi gerektiği, neredeyse normal bir durum haline getirilmeye çalışılır. Halbuki bunlar yarıştırılması gereken değil birbirini desteklemesi gereken konulardır. Burada olması gereken, onları yarıştırmak değil öncelik sırasının belirlenmesi ile sadakatin nereye / kime olduğunun doğru tespit edilmesidir. Eğer konu aşk ise, elbette sadakat önce gelecektir. Fakat konu iş olunca mutlaka liyakat önceliklidir. Çünkü sadakat, bazen insanın gözünü kör ederek bazen de önüne perdeler çekerek objektif olmayı / gerçekleri görmeyi engeller. Nitekim aşık olanların, sevdiği insanın eksik ve kusurlarını göremeyişi bundandır. Leyla’da ne bulup da kendini perişan ettiğini soranlara Mecnun’un; “siz O’nu, bir de benim gözümle görseniz” demesi, bundandır. Onun için  konu aşk olunca sadakat, iş olunca mutlaka liyakat öncelikli olmak zorundadır.

          Sadakati olmayana güvenilebilir mi? Diye bir soru akla gelebilir. Bu soru doğrudur da. Bu nedenle olması gereken sadakatle yanlış olan (körü körüne bağlılık) sadakati birbirinden ayırmak zorundayız. Onun için burada sadakatin, nereye ve kime olduğu önem taşımaktadır. Sadakat, devlete ve yasalara ise doğrudur ve  esas olan budur. Yönetenlerin kendimizden olması da bunun için önemlidir. Ancak insanın gözünü kör eden veya perdeleyen sadakat; kişilere, gruplara olan, yani; bizim mahalle / takım / parti / sendika / dernek / vakıf / tarikat / cemaat / mezhep / meşrep … gibi, insanları ayrıştırıp ötekileştirme sebebi yapılabilen, böylece insanları kamplara bölerek, tüm millet fertlerinin tasada ve kıvançta birlikte hareket etmesini önleyen sadakattir. Nitekim, çok yakın bir geçmişte bu konuda yaşadığımız acı tecrübenin (körü körüne sadakatin) izlerinin yıllar geçse de unutulmayacağı bir gerçektir. 

SÜRDÜRÜLEBİLİR BAŞARI İÇİN…

          Bir ülkedeki en üst yetkiliden en alt kademedeki görevliye kadar, kişinin layık olmadığı göreve getirilmesi, her şeyden ve herkesten önce o insana zulümdür. Çünkü verilen görevin yetki ve sorumluluğunu layıkıyla taşıyamayacağı için ya altında ezilecek ya da taşın altına elini sokmayacaktır. Gözü de sürekli başka yerlerde olacaktır. Çünkü; “Kurbağayı koltuğa da oturtsan, o yine çamura atlar” mış. Ama zulüm sadece bu kişiyle kalmayacak, önce ilgili olanları sonra da tüm toplumu dalga dalga saracaktır. 

          En büyük zulüm de o göreve daha layık olanların hakkının gasp edilmesidir. Çünkü bunların, sadece emekleri / geçmişi değil, ümitleri ve hayalleri / gelecekleri de çalınmış olacaktır. Yer-gök bu zulümle inlerken, olaylara hep içeriden baktığı için yanlışlarıyla mutlu yaşayanlar, ne yazık ki onu görmeyecektir / duymayacaktır. Bu zulümler zinciri de o görevin, yetki ve sorumluluğun (makamın) işe yaramaz hale gelmesini sağlayacaktır. “Kaptanı usta olmayan gemiye her rüzgar kötüdür” diye bunun için denmiştir. Bunların çoğalması ise tüm toplumun gerilemesi ve çöküşünü getirecektir. 

          Ayrıca layık olmadan makamlara gelenler sahip olduklarının kıymetini bilmek yerine daha çok sahip olmak isteyeceklerdir. Bazılarının basamakları hızlıca hatta atlayarak çıkmasının sebebi bundan başka bir şey değildir. Çünkü onlar için önemli ve değerli olan sadece sahip olmaktır. Halbuki insanı önemli ve değerli kılan; daha çok şeye sahip olmak değil, sahip olduklarına layık olmasıdır. 

          Bütün bunlar bize; bir insanın herhangi bir görevi, yetki ve sorumluluğu taşıyabilmesi için ehliyetinin o görevle ilgili olması gerektiğini gösterir. O alanın içinde, işin inceliklerine vakıf, yetki ve sorumluluğunu taşıyabilecek olgunluk ile bilgi ve birikime / donanıma sahip olması gerekir. Getirilecek görev için temsil kabiliyetine haiz, yetki ve sorumluluğunu eşit kullanan, risk alabilen / riskleri göğüsleyebilen, gücünü sırtını dayadığı yerlerden / kişilerden değil inancıyla, bilgi ve birikiminden alan bir konumda olması lazım. Getirilecek makamdan güç alan değil makama güç veren bir pozisyonda, takım kurup yönetebilen, karar alabilen ve aldığı kararları azim ve sabırla uygulayabilen bir yapıda olmalıdır. Bunun için de çağı ve dünyayı doğru okuyan, geçmişin kötü örneklerinden ders alıp tekrar ettirmeyen, iyi örneklerini çağa uyarlayan ve geleceği görebilen bir vizyon sahibi olmalıdır. Yoksa insan; sadece üstlerinin veya birilerinin dediğini yapan ya da başkalarının elindeki bir kumanda veya oyuncak olmaktan kendini kurtaramaz.

          Müslümanlar hadi bu ayetleri anlamadılar diyelim. Gerek dini gerekse hukuki bir konuda yetki ve sorumluluk için, reşit (rüşt çağına girmiş) olmak gerektiğini de bilmiyor olabilirler mi?  Herhalde içimizde bu soruya evet diyecek insan çıkmayacaktır. Onun için reşit olmayan / ehil olmayan birisini, bilerek göreve getirenlerin tek bir amacı olabilir. O da istediği gibi kullanmaktır / yönlendirmektir. Ayrıca işe ehil olmadığını bildiği halde görevi kabul eden kişi de zaten kullanılmaya hazır demektir. 

NEDEN O ?..

          Emanet / ehliyet konusunda yönetilenler yönetenler kadar sorumludur. Hatta yönetilenler öncelikli olarak sorumludurlar. Çünkü en başta yönetilenler, yönetenleri seçerek, en büyük emaneti vermektedirler. Yani emaneti dağıtma yetkisini devretmektedirler. Onun için oy verirken takım tutma mantığıyla değil, artılarını-eksilerini görerek, çağı ve dünyayı doğru okuyarak, geçmişten örnekle geleceğe sağlam adımlarla yürüyecek şekilde hareket etmeyi sağlayacak bir sorumlulukla oy kullanmak zorundadırlar. 

          Muhammed Aleyhisselam, Allah tarafından seçilen elçi olduğu halde, insanlar tarafından kendisine biat edildiği (sözlü onay verildiği) unutulmamalıdır (Fetih:48/10-18-Mümtehine:60/12). Çünkü O, aynı zamanda toplumunun yöneticisidir. Yönetici olması münasebetiyle biat edilmiştir. Biat da bugün anlaşıldığı gibi ne pahasına olursa olsun koşulsuz itaat değil, yönetimini kabul ettiğini sözlü olarak onaylamaktır. (Bu kısım, üçüncü bölüm de ayrıntılı olarak ele alınacaktır.) 

          Kur’an-ın; kıssaların en güzeli dediği, tüm insanların dilinde masal gibi dolaşan, (maalesef en çok israiliyatın ve batılın karıştırıldığı) Yusuf kıssasını az-çok bilmeyen yoktur. Bilmesine biliyoruz da, bilince dönüştürmediğimiz için, ahlak ve hukuka dikkat eden bir insanın görev konusunda hangi ilke ve ölçülerle hareket etmesi gerektiğini bir türlü anlamıyoruz ya da anlamak istemiyoruz. Şimdi konuyu özetle hatırlayalım.

          Yusuf Aleyhisselam, kralın rüyasını yorumladıktan sonra zindandan çıkarılıp kral tarafından onurlandırılır ve “kendine en yakın kişi yapmak istediği” bildirilerek, adeta ülke yönetiminde ikinci sıradaki insan olması teklif edilir. Ancak Yusuf Aleyhisselam; bu teklifi kabul etmeyerek, bugünkü tarım bakanlığına benzer bir göreve getirilmesini ister. Gerekçesini de herkesin anlayabileceği kadar basit ve net bir dille ifade eder: Çünkü ben onu (o işi) daha iyi bilirim, daha iyi korurum (yetki ve sorumluluğunu daha iyi taşırım) (Yusuf:12/54-55). 

          Bütün bunlardan sonra; ilgili-ilgisiz, bilgili-bilgisiz her göreve balıklama atlayanların, göreve gelebilmek için öpmedik el etek bırakmayanların, basamakları hızlıca hatta atlayarak çıkanların (mesela henüz öğretmenlikte pişmeden okullara yönetici olanların ya da bir gün bile okul yöneticiliği yapmadan ilçe-il eğitimini yönetebilmek için kedinin ciğeri kolladığı gibi pusuda bekleyenlerin), ne pahasına olursa olsun mutlaka kazanmaya odaklandıkları için sübjektif değerlendirmelerle sınava hile karıştırmak dahil hiçbir ilke ve ölçü tanımadan hak-hukuk çiğneyenlerin, Nebi ve Resüllerin izini takip ettiğini, onların yolunda olduğunu kim, nasıl söyleyebilir? 

SİZ İSTEDİĞİNİZ İÇİN; HEPSİ, HER YERE UYAR MI?

          Bu konuda İslam dünyasının önemli bir sorununun da kadınlarla ilgili olduğunu kabul etmek zorundayız. Çünkü kadınların yönetici olamayacağı İslam dünyasında neredeyse genel bir kabul gibidir. Bu konuda asırlar öncesinden verilmiş fetvalar, kabul edilmiş içtihatlar devam ettirilmektedir. Kadınların yönetici olabileceğine dair içtihatlar da vardır ama azdır ve diğeri gibi yaygınlaşmamıştır.

          Halbuki Kur’an, hiçbir yerde bu olaya cinsiyet açısından bakmaz. Olaya sadece liyakat açısından bakar. Önemli olanın; doğru, iyi ve güzel işleri kimin yaptığıdır. Mesela erkek olan Firavun’un yönetimi kınanırken kadın olan Saba Melikesi’nin yönetiminden övgüyle söz edilir. Hatta Nebi ve Resüller, hataları yüzünden uyarılırken Meryem annemiz, takdirle anlatılır. O da yetmez . Başarının emeğe dayalı olduğu, dünyada mutluluğun, ahirette de kurtuluşun, erkek veya kadın olmakla değil sadece inanarak güzel işler yapmakla mümkün olduğu açıkça vurgulanır. Çünkü Kur’an-ın muhatabı bir cins değil, insandır. Kur'an-ın bu konuya cinsiyet açısından bakmadığını anlamak için, emanetlerin ona ehil olana verilmesini bildiren ayeti tek başına yeterlidir. Çünkü ayetin kendisi de bağlamı da böyle bir ayırım yapılmasına kesinlikle izin vermez. Şöyle ki; önce tüm insanlardan, inanmayanlarla inananların durumu ve akıbeti açıklanır. Sonra da emanetlerin ona ehil olanlara verilmesi istenir. Ama hala ikna olmayanlar var ise; hiçbir yorum gerektirmeyen şu ayetleri, sindirerek okumalarını öneririm.

          "İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır." (Necm, 53/39).

          "… Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır; kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah'ın lütfundan nasibinizi isteyin..." (Nisa 4/32)

          “Erkek olsun, kadın olsun, kim inanarak iyi işler yaparsa, onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ödüllerini de yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz” (Nahl:16/97).

          “Erkek olsun kadın olsun, kim inanarak güzel işler yaparsa, onlar cennete girer ve en küçük haksızlığa uğratılmazlar” (Nisa’:4/124).

          Pekiyi Kur’an-ın ilkeleri bu kadar açık ve net ortada iken, İslam dünyasında gördüğümüz çelişkili hatta gerçekleri ters yüz eden zıt anlayışların nasıl olup da bu kadar yerleştiğini sorduğunuzu duyar gibiyim. Bildiğiniz gibi tarih boyunca her toplum, kurduğu kültür ve medeniyete uygun olarak ya ataerkil ya da anaerkil bir yapı oluşturmuştur. İslam dünyası genelde ataerkil bir yapı oluşturduğu gibi zaman içerisinde yaşanan kültürlerin de din olarak algılandığı su götürmez bir gerçektir. 

          Ayrıca büyük çoğunluğunun imanı da tahkiki (araştırma ve sorgulamaya dayalı) değil taklidi olduğu için Allah’ın ne dediğinden daha çok ne gördüğü ve duyduğu onları ilgilendirir olmuştur. O kadar ki; Mümtehine:60/12 ayetinde Nebimiz Muhammed Aleyhisselamın kadınlardan biat aldığı, böylece kadının iradesinin bağımsızlığı açıkça deklare edildiği halde, maalesef kadının iradesini yok sayan bir din anlayışı bile yerleştirilebilmiştir. Hür iradeyi yok ettikten sonra diğer yanlışların peşi sıra gelmesi / çorap söküğü gibi devam etmesi de doğal olarak kaçınılmaz olmuştur. 

YORUMSUZ!..

          Mevcut müktesebatımızın bu konuda bir çelişki içinde olduğu gün gibi açıktır. Bu konu, Kur’an-ın dil özelliği / gramer yapısı dikkate alınarak açıklanabileceği için sabrınızı rica ediyorum. Arapçada isimler (sıfatlar, zamirler, varlıklar) müzekker (eril) ve müennes (dişil) olarak ayrılırlar. Ama bu durum her zaman, mutlaka bildiğimiz şekilde cinsiyet anlamına gelmez. Mesela; kamer (ay) eril iken, şems (güneş) dişildir. Bu duruma bakarak ay erkek, güneş kadın diyemeyiz. Bu tamamen dilin yapısıyla ilgili bir durumdur. Türkçe de olmayan bu anlayış, diğer bazı dillerde de mevcuttur. 

          Buna ek olarak bilinmesi gereken ikinci bir gramer kuralı da şudur: Eril ve dişil varlıkların doğrudan ve sadece kendilerini ilgilendiren konularda, ayrı ayrı form (her ikisi için de kendi formu) kullanılır. Eril ve dişil tüm varlıkları birlikte ilgilendiren durumlarda ise, hepsine geçerli olmak üzere galibiyet kuralı gereği sadece eril form kullanılır. Dolayısıyla bu konunun dişil varlıkları ilgilendirmediği asla düşünülmez. Mesela; iman, ibadet, ahlak … gibi tüm emirlerle içki, kumar, zina, hırsızlık, haksızlık, yalan, iftira … gibi yasakların tamamı eril formundadır. Onun için hiç kimse, bu emir ve yasaklar, kadınları ilgilendirmez, diyemez, dememiştir. İşte müktesebatımızın çelişkisi tam da burada kendini ele veriyor. Din adına zihnimize yerleştirilen ve kadınları ikinci sınıf gibi algılatan anlayışların bu şekilde ayrıştırılıp yerleştirildiğini görüyoruz. Aynı durum Cuma Namazı için de geçerlidir. Çünkü Cuma Namazı da diğer tüm ibadetler gibi eril formunda gelmiştir. Buna rağmen bütün ibadetler erkek-kadın ayrımı olmadan anlaşıldığı halde Cuma Namazı, ne hikmetse sadece erkekler için anlaşılır olmuştur. 

          Allah tüm insanları, insan olma yönüyle eşit yaratmış kendi nezdinde insanların üstünlüğünde belirleyici olan özelliğin; renk, ırk, dil ve cinsiyet gibi irademizin olmadığı özellikler değil TAKVA (duyarlılık bilinci) olduğunu açıkça ilan etmiştir (Hucurat:49/13).  

          Kur’an-ın Yönetim İlkeleri-3 (şura) de buluşmak ümidiyle;

          Esenlikler dilerim.

          30 / 11 / 2022  - Zübeyir ÇÖMLEKÇİ

Ali Ulvi ÜLKER
30.11.2022 22:06:10
Zübeyir Çömlekçi Hocama bu yeni makalesi için teşekkür ediyorum. Bu makalelerin bir araya getirilip kitap veya kitaplar halini alma vakti 2023 yılını işaret ediyor. Zübeyir Çömlekçi Bey'in İnşaAllah çıkaracağı kitap veya kitapların Türkiye'de büyük bir ihtiyacı gidereceğini düşünüyorum. Rabbimizden kendisine kolaylıklar diliyorum. Saygıyla...

cem odabaşıoğlu
1.12.2022 19:30:48
Sn. Çömlekçi, çok faydalandığım bir yazınız daha. İyi ki varsınız! Sn. Ülker'in isteğine ( Yazılarınızın kitap haline getirilmesi) çok sıcak bakıyorum ve gerekli görüyorum. Saygılarımla!

Zübeyir ÇÖMLEKÇİ
3.12.2022 17:31:15
Değerli dostlar Ali Ulvi ve Cem bey; ilginize teşekkür ederken, beklentilerinizin daha çok sorumluluk alma konusunda beni heyecanlandırdığını bilmenizi ister, saygılar sunarım.

  • BIST 100

    9109,34%2,37
  • DOLAR

    34,23% 0,28
  • EURO

    37,62% -0,37
  • GRAM ALTIN

    2919,65% 0,14
  • Ç. ALTIN

    4903,03% 0,41
  • Pazar 31.3 ° / 18.4 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazartesi 29 ° / 16 ° Güneşli
  • Salı 28.8 ° / 15 ° Güneşli

Balıkesir

06.10.2024

  • İMSAK 05:35
  • GÜNEŞ 06:59
  • ÖĞLE 12:57
  • İKİNDİ 16:10
  • AKŞAM 18:45
  • YATSI 20:04