KUR’AN-IN YÖNETİM İLKELERİ-3
Bu bölümde, Kur’an-ın Yönetim İlkelerini oturttuğumuz sacayağının üçüncüsü olan şurayı inceleyeceğiz. Onun için Kur’an-ın bir kavramı olan şura nedir? Önce onu anlayalım.
Şura kelimesi sözlükte; danışma, görüş alışverişinde bulunma, danışan kimseye fikrini söyleyip onu yönlendirme demektir.
Arapçada şura, şvr kökünden türeyen bir kelimedir. Bu kökten türeyen kelimelerin; bir şeyi bulunduğu yerden alma ve açığa çıkarıp görünür hale getirme, gibi ortak bir anlamı vardır. Buna göre terim anlamı ile kök anlamı arasında semantik bir ilişki olduğu görülür.
Bu durumda şuranın terim anlamı; bir konuda isabetli karar verebilmek için, fikirlerin açığa çıkmasını sağlamak amacıyla müzakere etmek, üzerinde ortak görüş bildirilen iş ve bunun yapıldığı yer (meclis, oturum, toplantı) demektir. Türediği kök itibarı ile; meşveret, meşure, müşavere, istişare ve tevaşür kelimeleri de şura ile aynı anlama gelir. Ayrıca şvr kökünden gelip mastar olan müşaverenin; arı kovanından bal almak, şeklinde konuya daha derinden ışık tutan özel bir anlamı da vardır.
Kök anlamıyla semantik ilişkisine bağlı olan terim anlamına dikkat ettiğimiz zaman, şuranın hedefinin; insanların baskı ve totaliter anlayışlardan uzak / onlara giden yolu kapatan, fikirleri açığa çıkararak olgunlaştıran, böylece; arı kovanından bal alır gibi hak ve hukuka uygun en doğru kararın alınmasını sağlayan / ortak akıl üreten bir yönetimin amaçlandığı görülür. Nitekim, şurayı emreden ayetin metnine baktığımızda bu durumu anlamak daha da kolay hale gelmektedir.
“Allah’tan bir merhamet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, senin etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, bağışlanmaları için dua et. İş konusunda onlarla istişare et. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a güven. Şüphesiz Allah, kendine güvenenleri sever.” (Al-i İmran:3/159).
Bu ayetin doğrudan muhatabının, Allah’ın Elçisi olduğu açıktır. Çünkü Muhammed Aleyhisselam, vahiy ile desteklenen ve yönlendirilen bir Elçi olduğu gibi aynı zamanda toplumunun yöneticisiydi. Onun için burada, insanlarla birlikte karar vererek yapması gereken işlerin; vahiy ile bildirilen ilkeler ve ölçüler dışında kalan, zaman ve zemine, şartlara ve ihtiyaçlara göre insan aklı ve iradesiyle gerçekleştirilmesi gereken işler / çözülmesi gereken sorunlar olduğu iyi bilinmelidir. Buna kısaca kamu işleri diyebiliriz.
Vahye dayalı konuların doğrudan imanla ilgili olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Onun için Kur’an-ın bir çok yerinde; “Allah’a ve Resülüne itaat edin” diye emredilir. Ayrıca canları pahasına yapılan bu itaatten Allah’ın razı olduğu da bildirilir (Fetih:48/10-18). Çünkü Resülün / Elçinin vahiy ile getirdiği konuları bırakın insanlarla istişare etmesini, kendisinin bile tercih yapma, fikir yürütme gibi hakkının ve yetkisinin olmadığı çok açıktır. Nitekim Kur’an-ın, alemlerin Rabbinden geldiği bildirildikten sonra; “…Eğer Elçi, kendinden Allah’a bazı sözler isnat etmiş olsaydı, O’ndan intikam alırdık, sonra da şah damarını keserdik / koparırdık” (Hakka:69/43-46), diye çok ağır bir uyarıya muhatap olduğu görülmektedir. Onun için Muhammed Aleyhisselam, hayatı boyunca Kur’andan başka bir şey tebliğ etmemiş, tüm söz ve davranışlarında da Kur’an-ın ilkelerine sonuna kadar sadık kalmıştır. Kalmaması da düşünülemezdi zaten. Çünkü Resül olmasına engel olurdu. Bu bakımdan kültürümüzdeki “Elçiye zeval olmaz” deyimi, tüm bunların özlü bir ifadesi gibidir.
Şimdi vereceğim şu ayrıntıya ve ilgili ayete lütfen dikkat edin! Resül Muhammed Aleyhisselam, doğrudan Allah’tan geleni tebliğ ettiği için kesin itaat söz konusu iken, Mümtehine:60/12 ayetinde Nebi Muhammed Aleyhisselama her konuda kesin itaat değil, ma’rufa (din, akıl, vicdan açısından doğru ve iyi olarak bilinen konulara) uygun davrandığı takdirde kendisine karşı gelinmemesi istenmektedir.
SİZ DE, FİKİR JİMNASTİĞİ YAPAR MISINIZ?
İnsanlar da bu duruma o kadar alışmışlardı ki; Allah’ın Elçisi bir şey söylediği zaman, bunun Allah’tan gelen bir vahiy mi, yoksa kendi görüşü mü olduğunu sorma alışkanlığı kazanmışlardı. Bunun sonunda Muhammed Aleyhisselamın; kendi görüşü olduğunu söylediği durumlarda itiraz ederek alternatif görüşleri söyledikleri ve itiraz edilen noktaların haklılığı anlaşıldıktan sonra da Muhammed Aleyhisselamın görüşünden vazgeçtiği örnekler, sayılamayacak kadar çoktur. Bu cümleden olarak; farklı inanç ve kültürlerle birlikte yaşamanın en önemli yazılı belgesi olan Medine sözleşmesi başta olmak üzere, tüm savaş kararlarının alınması, savaşta uygulanacak taktikler, yer ve durum tespitleri, toplumsal refah için sosyal hayatın düzenlenmesi ve güvenliğin sağlanması … gibi konular, hep birlikte istişare ile alınan kararlar neticesinde gerçekleştirilmiştir.
Ne yazık ki, Muhammed Aleyhisselamın vefatından kısa bir süre sonra bu anlayış yok edilerek baskıcı ve totaliter sistemlerin yerleşmesi sağlanmıştır. Bunu sağlayabilmek için yönetici zalim de olsa, elinizi-kolunuzu bağlayıp malınızı zorla da alsa, hatta yönetimi zor kullanarak ele geçirmiş bile olsa, kesin itaat edilmesini isteyen fetvalar verilebilmiştir. Bu da yetmezmiş gibi, hata ve yanlışlarının faturasını kadere yükleyerek (haşa Allah’a fatura ederek) sorumluluktan kurtulma yolunu seçmişlerdir.
Tarihte iktidarı zorla ele geçirenlerin, Kur’an-ın yönetim ilkelerini yok edip işin ehline verilmesini ve şurayı gündemden çıkararak yönetimi saltanata dönüştürenlerin, bugün bile halife olarak anılması boşuna değildir. Kendilerini sünni olarak adlandıranların belli bazı kişileri, şii olduğunu söyleyenlerin de imamları masum (suçsuz, günahsız), kabul etmeleri de boşuna değildir. Osmanlı döneminde padişahlara zillullah / Allah’ın gölgesi denilmesi de işin benzer yönde farklı bir boyuta taşınmasından başka bir şey değildir.
Geçmişin hatalarını günümüze taşımak, kar topu yuvarlamaya benzer. Nasıl kartopu yuvarlandıkça, geçtiği yerlerin karı ile beraber taşını-toprağını da içine alırak büyürse, geçmişin hatalarını tekrar ederek günümüze taşımak suretiyle, aynı şekilde kirlenerek gelen bir büyümeyi doğurduğu su götürmez bir gerçektir. Böylece hakim anlayışları din zannederek yetişen neslin de Kur’andan uzak bir din anlayışına sahip olması doğal olarak kaçınılmaz hale gelmektedir.
İşte bu sonuçtan dolayı bugün, kendilerinin itikatta Matüridi olduğunu zanneden ama tamamen Eş’ari, hatta daha uç ekoller gibi inanan ve amel eden milyonlarca zavallı bulunmaktadır. Ne demek istediğimin tam ve doğru anlaşılması için konuyla ilgili Matüridinin iki anlayışını / görüşünü vermek isterim. Çünkü yukarıdaki anlayışların aksine Matüridi, yönetici-alim ilişkisinde; “Yönetici bir alimi ayağına çağırırsa, bir tek şartla gidebilir. O da sadece, zulmünü yüzüne söylemek içindir” derken, kader konusunda da; “Eylemlerinin gerçek sahibi, insanın kendisidir” diyerek, kaderin insanı zorladığını reddeder.
Biraz sonra ilgili ayeti detaylı olarak incelerken de göreceğimiz gibi, yönetici-alim ilişkisinde Matüridinin bu anlayışı, basit bir şekilde hata ve yanlışı seslendirme / eleştirme veya sadece zulmünü yüzüne söyleme cesaretini gösterme olmayıp aynı zamanda ilmin idareye değil, idarenin ilme tabi olması gerektiğini vurgulamak içindir.
Al-i imran:3/159 ayetinin yönetimle ilgili getirdiği şura ilkesini model alınca; sadece şuranın emredilmesini değil, aynı zamanda şuraya giden yolla şuradan sonra uygulamanın nasıl olması gerektiğini de anlarız. Sırasıyla inceleyecek olursak:
1- Şuraya giden yolun nasıl olması gerektiğini, yöneticinin tutum ve davranışında görürüz. Çünkü ayet çok açık bir şekilde, Allah’ın merhameti sebebiyle Muhammed Aleyhisselamın yumuşak / şefkatli davrandığını, böylece insanları etrafına topladığını, eğer; kaba ve katı olsaydı insanları etrafında toplamasının mümkün olmadığını açıklar. O zaman Muhammed Aleyhisselamın yönetimini örnek alan her yönetici; sert, kaba ve katı değil, yumuşak, şefkatli ve hoşgörülü davranmalı, tüm toplumu kucaklayıcı ve kuşatıcı olmalıdır. Toplum fertlerini ayrıştıran / ötekileştiren ve kutuplaştıran değil, ortak aklın etrafında birleştiren ve uzlaştıran kişi olmalıdır. Çünkü birlik ve beraberlik ile dirlik ve düzenin temeli; farklılıkları yok saymak veya onlarla savaşmak değil, onları zenginlik gören bir anlayışla sevgi, saygı ve hoşgörü kültürünün yerleştirilmesiyle mümkündür. Bunu da sağlayacak olan her zaman yöneticidir. Ayrıca yönetici, kendisi hoşgörülü ve bağışlayıcı olduğu gibi, Allah’ın da bağışlaması için yönettiği insanlar adına dua etmelidir.
Osmanlının manevi mimarı Şeyh Edebali’nin Osman Gaziye söylediği tavsiyeleri arasındaki şu sözleri, tam da bu ayetin açıklaması gibidir: “Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana. Güceniklik bize; gönül almak sana. Suçlamak bize; katlanmak sana. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez! Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana. Kimsenin umudunu kırma. İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler.”
KİMSENİN ÜMİTLERİNİ KIRMAYIN, HAYALLERİNİ ÖLDÜRMEYİN!..
BIRAKIN MUTLU OLSUNLAR!..
Bu bilgilerin ışığında ülkemizde kimi zaman ekranlarda görülen siyasetin dili ile, anlayışlardaki tahammülsüzlüğü ve davranışlardaki seviyesizliği değerlendirdiğimizde utanmamak mümkün mü? TBMM nin bazı oturumlarında; fikirlerin istişare edilerek ortak yolun bulunması yerine, kaba kuvvete başvurulması ve güç gösterisinin hakim olması, nasıl bir anlayışın ürünü olabilir? Dersiniz. Hangi anlayışın ürünü olduğunu ben de bilmiyorum ama Kur’an kaynaklı bir anlayışın ürünü olmadığını çok iyi biliyorum. Allah, Elçisine bile; insanları şefkatle ve ortak akılla yönetmeyi emretmişken, Allah’a inandığını söyleyen hangi insan, neye dayanarak kendini bu ilkelerden bağımsız ve sorumsuz tutabilir?
2- Bu ayetten; yönetenlerin, devleti keyfi uygulamalarıyla değil yönetilenlerle birlikte karşılıklı hak, etki, yetki ve sorumluluk çerçevesinde veya etkin denetim metodu ile yönetmeleri gerektiğini anlamak hiç de zor değildir. Şöyle ki:
Onlarla istişare et, emrinin verildiği kelime “Şavir” fiilidir. Arapçada fiiller, kök harflerine belli ilaveler yapılarak bir takım kalıplara girerler. Bunlara bab adı verilir. (Bu durum, dilin zenginliğini gösteren en önemli işaretlerden biridir. Çünkü bir kelimeden onlarca hatta yüzlerce yeni kelime elde edersiniz.) Bu cümleden olarak Şavir fiili de Müfaale Babında gelen bir fiildir. Bu fiilin özelliğinin işteş olmasıdır. Yani bu bab da gelen bir fiilin istediği işin müşareket / ortaklık yoluyla / karşılıklı olarak yapılması gerektiğini bildirir.
Buna göre yönetici, her şeye hakim olarak / sınırsız yetki ile donatılarak, istediği gibi devleti yönetemez. Yönetimi, yönettikleriyle ortak bir anlayış içerisinde gerçekleştirmek zorundadır. Siz buna kuvvetler ayrılığı diyebilirsiniz. Farklı toplumlarda çok değişik isimlerle de ifade edilebilir. Kur'an-ın insanlığa çizdiği rota, bu kadar açık ortada iken; hemen hemen hiçbir İslam ülkesinde uygulanmıyor diye İslam’ın totaliter anlayışlara zemin hazırladığını söylemek ya kara cahillikten ya da kör inattan başka bir şey değildir. Sakın kimse, bu emrin danışman tutularak karşılandığını da söylemeye kalkmasın. Çünkü danışman, yöneticinin hem doğrudan görevlendirdiği kişidir, hem de sadece kendisine danışılan konularda fikrini söylemekle görevlidir. Nitekim Firavunun da danışmanları vardı ama Kur’an, Firavun yönetimini yerden yere vurmaktadır.
Kur’an-ın istediği ise, yönetici gibi etkili ve yetkili olarak sözü dinlenerek ve dikkate alınarak kararı etkileyecek kişilerin / tarafların olmasıdır. Burada Kur’an-ın, konunun sadece omurgasını emrettiği, ayrıntıya girmediği görülür. Yani temsilin veya etkin denetimin nasıl olacağının (doğrudan veya dolaylı) ayrıntısını vermez. Çünkü bu durumun; zamana, zemine, şartlara, ihtiyaçlara, iklime, coğrafya ve nüfus ile sosyo kültürel yapıya göre değişiklik arz edeceği muhakkaktır. Ama sistem hangi şekilde işletilirse işletilsin. Taraflar kesinlikle hiçbir korku ve endişe duymadan / bunu söylersem başıma bir şey gelir mi? Diye düşünmeden, ortak aklı ortaya çıkarmak veya yanlışı düzeltip gerçeği savunmak için orada olacaktır.
Böyle bir sevgi, saygı ve hoşgörü ortamında fikirler tartışılır veya etkin denetim yapılırsa işte o zaman; olgunlaşan fikirlerle kovandan alınan bal gibi, devlet ve milletin hayrına ortak bir akılla üretilen işler yapılması kolaylaşır. Canlı örnek isteyenler başka yerlere değil, bu ayetin uygulaması olarak karşımızda duran, Muhammed Aleyhisselamın istişare neticesinde fikrinden vazgeçip ortak aklı işleterek aldığı ve uyguladığı kararlara bakmalıdırlar.
Eğer şura Kur’an-ın istediği gibi işletilirse; toplum (hangi şekilde olursa olsun) hem tek tip anlayışa mahkum olmaktan kurtulacak hem de Allah’ın tüm insanlara verdiği farklı özelliklerin gün yüzüne çıkması sağlanarak devletin daha iyi gelişmesi ve toplumun refahı ile huzur ve mutluluğunun daha da artması sağlanacaktır. Bunun için Farabi Medinetül Fazıla isimli eserinde; “Tek düze inanç, anlayış ve yaşama sahip olan toplumun eksik bir toplum olduğunu, gelişmesinin mümkün olmadığını söyler.” Çünkü nasıl olursa olsun, tek tipleşmenin olduğu yerde insanlar, düşünme yeteneğini ve sorgulama melekesini kaybettiği için insanlık onurunu da kaybeder ve sürüye dönüşürler. Bu da Allah’ın insana verdiği en büyük nimetin israf edilmesinden başka bir şey değildir. Buna rağmen böyle bir hayatı tercih edenler ve dayatanlar, bu nimetin hesabının sorulmayacağını düşünüyorlarsa, Kur’anla ilişkilerini çok acil olarak yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir.
HEPSİ, KENDİNDE OLANLA İZ BIRAKIYOR DEĞİL Mİ?
Dikkat edilirse, Farabi’nin sözünün şu ayetlerin açıklamasından başka bir şey olmadığı görülecektir.
“…Eğer Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat size verdiği imkanlarla sizi denemek için (böyle yaptı) …” (Maide:5/48).
“Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklılığı, Allah’ın ayetlerindendir (belgelerindendir, delillerindendir). Şüphesiz bunda bilenler için dersler vardır.” (Rum:30/22).
Allah aşkına! İnandığınız kitap, farklılıklardan korkmayın, onlardan yararlanın diye açık açık haykırıp dururken, siz neyin peşindesiniz? Diye sorsalar, verebilecek cevabı olan var mı acaba?
3- Ayetin sonuç bölümünde ise, ortak akılla elde edilen yolun; eksiksiz, kesintisiz, tavizsiz, geriye dönmeden uygulanması ve başarısı için Allah’a güvenilmesi istenmektedir. Çünkü yapılması gereken her şey eksiksiz yapılmıştır. Böylece yanılma payı asgari seviyeye indirilmiş, yöneticinin; yanıldım, kandırıldım, unuttum, yanlış gördüm yanlış anladım, vaktim yoku, yetişemedim, düşünemedim … gibi mazeretlere sığınmasının yolu da kapatılmıştır. Böyle bir durumda alınan karar, ortak aklın ürünü olduğu için tüm toplum, vicdanları güven ve huzur dolu olarak elini taşın altına koyacak ve sorumluluğu paylaşacaktır.
Bütün bunlardan sonra; şuranın yöneticiye değil, yöneticinin şuraya tabi olması gerektiğini hala anlamayan varsa, aklına şaşmak gerekmez mi? Başka bir deyişle; ilmin idareye değil, idarenin ilme tabi olması gerektiğini anlamayan varsa!.. Şurada tartışılan ya da etkin denetim yapılan her konunun uzmanları olması gerektiği de (ikinci bölümde açıklanmıştı) unutulmamalıdır. Nitekim Muhammed Aleyhisselamın, şura neticesinde görüşünü değiştirmesi de bunun, uygulamadaki en canlı delili değil midir?
İstişare ile işlerin yapılmasını emreden ilk ayetten sonra, aşağıdaki ayetle de bu emri alan insanların, nasıl bir tutum içinde olduğu / olmaları gerektiği açıklanır.
“Onlar, Rablerinin çağrısına cevap verir ve namazı kılarlar. Onların işleri onların aralarında şura iledir…” (Şura:42/38).
Bu ayet, konuyla ilgili olarak, inananların tutum ve davranışlarının nasıl olduğunu / olması gerektiğini bildirir. O zaman, şurayı en güzel bir şekilde uygulayarak ortak akılla hareket eden böylece; doğabilecek yanlış ve zararlardan en iyi korunan Müslümanlar olması gerekmez mi? Ama maalesef, bu soruya evet demek şöyle dursun, yüreğimiz en derin yerinden sızladığı için cevap bile veremiyoruz. Yüreğimizdeki yangını söndürmeye katkısı olsun diye sizleri Kur’anla buluşturmaya gayret ediyoruz. Şura:42/38 ayetinde, şuranın nasıl oluştuğu / oluşması gerektiği farklı bir üslupla ifade edilir. Şöyle ki; iki defa Hüm (onlar) zamiri kullanılarak, yönetimin tek taraflı değil, yönetilenlerle / temsilcileri ile birlikte ama yine ortak akıl bulunarak işlerini yaptıkları / yapmaları gerektiği vurgulanır.
Şurada müşareket / ortaklık / karşılıklı etkinlik olduğunu anlamamızı sağlayacak başka bir ayet de Asr suresindedir. Çünkü Kur’an; yönetimde şurayı emrederken, genel hayatta da birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi en güzel ahlak ilkesi ve kurtuluş reçetesi olarak gösterir. “… İnanıp iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler dışında insan zarardadır.” (Asr:103/2-3). Buradaki hakkı ve sabrı tavsiye edenler, anlamını verdiğimiz kelimeye dikkatinizi çekmek isterim. Bu kelime Tevasav fiildir.
Yukarıda fiillerin bablarından söz etmiştim. Bu fiil de Tefaul babındadır. Daha önce gördüğümüz Mufaale babındaki fiilin başına Te getirilerek yapılır. Dolayısıyla Mufaale babının özelliğini aynen taşır. Onun üzerine Te nin özelliği eklenir. Hatırlayacak olursak mufaale babı; işteşlik / müşareket (işi karşılıklı, ortaklık halde yapma) bildirirdi. Buna göre Vasavın anlamı; yöneten-yönetilen, büyük-küçük, zengin-fakir, kadın-erkek, amir-memur, renk-cins … gibi özelliklere bakmaksızın herkesin birbirine iyiliği tavsiye etmesi demektir. Buraya kadar istişareyi emreden Şavir fiiliyle aynıdır. Başına getirilen Te de, olaya süreklilik (hayat boyu) kazandırır.
Tek başına bu ayet bile, toplumumuzun Kur’andan ne kadar uzak yaşadığını göstermek için yetse gerektir. Çünkü; yönetenlerin yönettiklerinden, büyüklerin küçüklerinden, erkeklerin kadınlardan, amirlerin memurlardan, zenginlerin fakirlerden … tavsiye almasına hiç alıştırılmadık. Daha da kötüsü ise hala alışmaya niyetimizin olmamasıdır.
HİÇBİR GÜÇ, BİRLEŞEN ZİHİNLERİ YENEMEZ!…
06 / 01 / 2023 – Zübeyir ÇÖMLEKÇİ