Zübeyir ÇÖMLEKÇİ


KUR’ANIN YÖNETİM İLKELERİ-1

KUR’ANIN YÖNETİM İLKELERİ-1


          KUR’AN-IN YÖNETİM İLKELERİ-1

          Kur’an-da Yönetim adlı makalemi okuyanlar, yönetim ilkelerini örnek bir tablo halinde verdiğimi hatırlayacaklardır. Tabii ki bunlara bazı maddelerin daha eklenmesi de mümkündür. Ancak konuyu, bütün maddeleri kapsayacak şekilde ana ekseni (omurgası) üzerinden işleyeceğim için maddelerin sayısı teferruat olarak kalacaktır. Çünkü konu maddeler halinde işlenseydi, bu yazının makale olarak değil geniş hacimli bir kitap halinde yazılması gerekecekti. Onun için ilkeleri, bölümler halinde işleyeceğim. 

          Takdir edersiniz ki, her konunun veya olayın can alıcı noktaları / olmazsa olmaz bölümleri, moda tabirle kırmızı çizgileri vardır. Bu konunun can alıcı noktaları / en temel alanları da; adalet, ehliyet (liyakat) ve şura (meşveret= ortak akıl) dır. İşte bunlar konunun üçlü sacayağını oluşturur. Çünkü hem diğer maddelerin varlığı, bu üçünün varlığına bağlıdır. Hem de bu üçü, yönetim masasını sağlam ve sağlıklı olarak ayakta tutabilmek için birbirine bağlıdır.

          Örneğin; yönetimde ehliyete / liyakate dikkat edilmiyorsa, zaten adaletli davranılmıyor demektir. Ya da adaletli davranılmıyorsa liyakate dikkat edilmediği gün gibi açık olacaktır. Onun için Kur’an; adaletli olma ile emanetlerin ehline (kamu görevlerinin liyakate göre) verilmesini birlikte ifade eder (Nisa’:4/58). Şuranın iyi işlemediği yani ortak aklın çalışmadığı veya işe yaramadığı bir yönetimde ise, yanılma riski sürekli artacağı için bütün ilkeler olumsuz olarak etkilenecektir.

          Zemin düz olmasa da üç ayakla masanın yıkılmadan durduğunu hepimiz çok iyi biliriz. Ancak ayaklardan biri zarar görürse masanın devrilmesi kaçınılmazdır. Masa devrildikten sonra doğal olarak diğer ayaklar da masa ile birlikte devrilmiş olacaktır. Konuyu ana eksen üzerinden (üçlü sacayağına oturtarak) işlememin bir sebebi de bundandır.

          Kur’an, masayı yani devlet ve yönetim şeklini tarif etmez. Ama masanın ayaklarını, yani yönetimin nasıl işleyeceğinin, sağlam ve sağlıklı olarak nasıl devam edebileceğinin kurallarını / ilkelerini verir. Çünkü Allah’ın Elçisi olarak görev yapması için seçilen Nebiler ve Resuller zinciri tamamlanmıştır (Ahzap:33/40). Aslında bu durum, aynı zamanda Allah’ın insanlık için önerdiği ilkelerin tamamlandığını da gösterir. Fakat Kur’an yine de Allah’ın ilkelerinin tamamlandığını özel olarak ayrıca bildirir. “Rabbinin söz (leri), doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O; işitendir, bilendir.” (En’am:6/115). Buna göre Allah; ben söyleyeceğimi Kur’anla söyledim, demiş olmaz mı? Bu durum da; bir yerlerden / birilerinden bir şeyler beklemek yerine, tamamlanmış ilkelerle hareket ederek yolumuza kendimiz devam etmemiz gerektiğini göstermez mi?

HEDEF! TÜM CANLILAR İÇİN;
SÜRDÜRÜLEBİLİR, GÜVENLİ, SAĞLAM VE SAĞLIKLI HAYAT!..

          Onun için devlet ve yönetimin şekli; zamana, zemine, şartlara ve ihtiyaçlara göre değişebilir. Ama mutlaka ilkelerle olmak zorundadır. İlkeleri hayata geçirmedikten sonra yönetimin ve yöneten (ler) in adının hiçbir anlamı ve önemi yoktur. Çünkü ilkelerin olmadığı yerde subjektiflik vardır. O zaman da benzer her durum; kişiden kişiye, zamandan zamana, mekandan mekana ve olaydan olaya değişir. Çoğu zaman, sıradan cezaları bile ağır bulan bazı insanların, haksızlık kendilerine yapılınca; “Bunları yapanları asmalı, kesmeli …” diye bağırmalarının sebebi bundan başka bir şey değildir. Onun için de; “Gemisini kurtaran kaptan” veya “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığının geçerli olduğu toplumlarda insan haklarının gelişmediğini, adaletin yaygınlaşmadığını ve insanlara sürü muamelesi yapıldığını görmek hiç de zor değildir. Bütün bunların temelinde yatan en büyük sorun, yönetenlerin olduğu kadar yönetilenlerin de ilkesizliğidir.

 

          YÖNETİMİN ANA İLKELERİ: ADALET - EHLİYET - ŞURA

          ADALET (ADL): Kur’anda türevleriyle birlikte 30 dan fazla yerde geçen bu kelime; eşlik, denge, orta yol (istikamet) anlamlarına gelir. Kur’an-ın bir terimi olarak ise; zulmün karşıtı olup her şeyi yerli yerinde (olması gerektiği yerde) ve dengede tutma demektir. Aynı kökten gelen ve mastar olarak kullanılan Udul de; dönme, sapma anlamına gelir. İnanç başta olmak üzere her türlü söz ve davranışlarında hak ve adaletten sapanlar / uzaklaşanlar için kullanılır. Evet, adalet kesinlikle önce inançta başlar. İnançlarında adaletli olmayanların söz ve davranışlarındaki zulümleri görmezden gelmeleri, hatta onları normal karşılamaları bundandır.

          Adl, sıfat olarak kullanıldığında ADİL ile eş anlamlı olur. Bu aynı zamanda Allah’ın isimlerinden (Esma-i Hüsna) biridir. Allah kesinlikle adildir. İnsanlığı aydınlatmak için seçtiği Nebi ve Resuller de adildir. Hatta bu göreve seçilmek için ilk şart adil olmak (zalim olmamak) tır (Bakara:2/124). Nitekim son Nebi Muhammed Aleyhisselamın Resul olarak görevlendirilmeden önceki hayatını iyi tanıyanlar (özellikle ticaret yaparken), hak - hukuk konusunda hatır gönül dinlemediğini ittifak halinde dile getirirler. Onun için Allah’a ve gönderdiği elçilerine inananların, en başta bu konuyu örnek alıp rehber edinmeleri gerekmez mi?

          Allah ve Elçileri zulmetmediğine, yeryüzünde de zulümler eksik olmadığına göre; zulümlerin kesinlikle insan eliyle üretildiği açıktır. Kur’an bunu tekrar tekrar ifade eder (Nisa’:4/40-Yunus:10/44-Kehf:18/49). Kur’an ayrıca toplumsal (yönetimsel) yıkımın temel sebebi olan zulmün; servet ve ni’met şımarıklığı ile geldiğini (Hud:11/116) bildirir. Bu nedenle; zalimlerin özrünün kabul edilmeyeceğini (Mü’min:40/52), zalimlerin düşman olduğunu ve sevilmediğini (Bakara:2/193), açıklar. Bununla da yetinmez; Zulme rızanın zulüm (En’am:6/67), zalimlerin dostunun ancak zalimler olduğunu (Casiye:45/19) ve zalimlere meyledenlere ateşin dokunacağını (Hud:11/113) da vurgular.

          Onun için; devletin dininin olamayacağını, eğer olsaydı bunun kesinlikle adalet olacağını söylemek, hiç de yanlış olmazdı. Çünkü Allah’ın istediği ilkelerle hareket ettiğiniz zaman; bir menfaat çatışmasında, kamunun / toplumun menfaatini bireyin menfaatine tercih edersiniz. Ama söz konusu hak - hukuk ise, tüm kamunun menfaati için bir tek ferdin bile hakkını gasp edemez, hukukunu çiğneyemezsiniz.

KİTAP, KILIÇ VE TERAZİ (ÖLÇÜ)! ANLAMSIZ OLABİLİR Mİ?..

          Dünyanın neresinde ve kime karşı, kim tarafından yapılırsa yapılsın, adaletsizliğe (zulme) karşı çıkmak, insanlık onurunun gereği bir görevdir. Zulme karşı olup zalimin dostu olmadığını ve onlara meyletmediğini göstermenin asgari ölçüsü “Zulüm bizdense, ben bizden değilim” diyebilmektir. Zulme uğrayanın dini, dili, rengi, ırkı, cinsi sorulmayacağı gibi illa insan olması da gerekmez. Zulme uğrayanın can taşıması, onu savunmak için yeterlidir. Çünkü Allah’ın verdiği canı itibarsızlaştırmak / değersizleştirmek (olması gereken konumda ve dengesinde tutmamak), sadece can taşıyan varlığa değil aynı zamanda Allah’a da yapılmış bir zulümdür. Neden; "Allah’a şirk (ortak) koşanların büyük bir zulüm içinde olduğunu" (Lokman:31/13) hiç düşündünüz mü? Çünkü şirkte, Allah’ı değersizleştirme / itibarsızlaştırma vardır.

          O halde Kur’an-a inandığını iddia edenler, Allah’ın insana verdiği şeref ve itibarın derecesini neden görmezler? Bu şeref ve itibarı yok ettikleri zaman hangi duruma düşeceklerini nasıl anlamazlar? Çünkü Allah; “(Firavun) toplumunu hafife aldı (değersizleştirdi, itibarsızlaştırdı, küçümsedi), onlar da O’na itaat etti. Şüphesiz onlar fasık bir topluluk oldular.” (Zuhruf:43/54) diyerek, itibarsızlaşmanın insanı ne hale getirdiğini, can yakıcı çok ağır bir kelime (FASIK) ile açıklar. Dikkatinizi çekerim. Kur’an-ın fasık oldular dediği kişiler, Firavun ve yönetimi değil, insanlık onuruna sahip çıkmayarak Firavuna itaat eden ve O’nun zulmüne boyun eğen insanlardır. Çünkü insan Allah’tan başka birine teslim olmaya hazırsa, onu teslim alacak sayısız güç, her zaman bulunacaktır. Bu da Allah’ın değerli kıldığı varlığı (canı) değersizleştirmek için yeter artar bir sebeptir.

          Devletin adaleti; zalimin korkulu rüyası, mazlumun da en büyük sığınağı olmalıdır. Ancak bunun olabilmesi için adaletin, bütün ön kabullerle, yönlendirme ve dış etkilerden arındırılıp kendi kuralları ile işlemesi gerekir. O da yetmez. Kimseyi ötekileştirmeden ve insanları kategorize etmeden, kanun önünde herkesin eşit olması gerekir. O da yetmez. Masumiyet karinesi her insan için eşit uygulanıp insanların, bilgisiz ve belgesiz suçlanmayacağından emin olmaları gerekir. O da yetmez. Taraflara savunma hakkının adil bir şekilde sağlanması ve bunun en temel hak olduğunun asla unutulmaması gerekir. Bunların sağlandığı konusunda da kimsenin şüphe ve endişeye düşmeyecek şekilde bir güven duygusunun yerleştirilmesi gerekir. Yoksa verilen kararlar doğru bile olsa, vicdanlar tatmin olmayacak ve rahat etmeyecektir.

          Çünkü işin içinde şüphe ve endişe varsa, orada vicdanın tatmin olup huzur bulması imkansızdır. İslam’daki imanın; bütün şüphelerden uzak, gözüyle görmüş gibi kesin, severek, bilerek ve isteyerek olması gerektiği bundandır. Çünkü kalbe zorla girilemeyeceği gibi şüphe ve endişeyle de orada kalınamaz. Bilgeliği ile yüzyıllar öncesinden ışık olup yolumuzu aydınlatan  Yusuf Has Hacip; ”Zulüm, yanan ateştir, yaklaşanı yakar. Kanun sudur, akarsa ni’met yetişir” der. Onun için yönetenler, hem ateşi su ile söndürmeli ve ateşin izlerini temizlemelidir. Hem de suyu insanın olduğu her yere götürerek etrafı yeşertmeli ve gönülleri ferahlatmalıdır.

          Kur’anda anlatılan bir olay, bu konuda bize örnek olup ufkumuzu açar. Davut Aleyhisselama davalı iki kardeş gelir ve sorunlarının adaletle çözülmesini isterler. Sonunda Davut Aleyhisselam, yukarıda söylediğim hususlara dikkat etmeden karar verdiğini görünce tövbe eder (Sa’d:38/21-24). Merak edenlere, bu ufukla ilgili ayetleri yeniden okumalarını öneririm.

ADALET; HAK EŞİTLİĞİNİ SAĞLAMALIDIR!..

          Oryantalistler; Hristiyanlığın merhamet, İslam’ın ise adalet dini olduğunu söylerler. Bunu doğru kabul edersek; adaletin olmadığı yerde merhametten söz edilebilir mi? Sorusu akla gelecektir, doğal olarak. Evet, adalet zulmün zıddı olduğuna göre, adaletin olmadığı yerde zulüm var demektir. Zulmün olduğu yerde de kesinlikle merhametten söz edilemez. Onun için adalet, merhametin vazgeçilmez garantörüdür.

          Allah’ın bir kartviziti olsaydı, bunun ne olabileceğini hiç düşündünüz mü? Bence “Besmele” olurdu. Çünkü her söz, iş ve ibadete onunla başlamamız isteniyor. Yani, Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerine sığınarak yardımını istemek ve O’nu örnek almak için adeta kartvizitini her an kullanmamız istenmiş oluyor. Böylece, bitmek tükenmek bilmeyen bir referans 7 / 24 bizimle oluyor. Çünkü “Allah, rahmeti kendisine farz kılmıştır.” (En’am:6/54). Ayrıca dikkatinizi çekerim. Allah’ın rahmet ve merhameti hem şartsız ve koşulsuzdur, hem de sınırsızdır. “O’nun rahmetinin dışında kalan hiçbir şey yoktur” (Araf:7/156).

          Halbuki ceza arızidir, şartlı ve koşulludur. İlkelerin ihlal edilip onlardan dönülmemesi durumunda (bilerek ve isteyerek yapılan kötülüklerin sonunda) verilecek bir karşılıktır. O da birebir yani sadece yapılan kötülüğün misli bir karşılığıdır. Ama Allah’ın merhametine bakınız ki, verilen birebir cezayı bile  “kötülüğe karşı benzeri bir kötülük” (Şura:42/40) diye ifade eder. Yani yapılan kötülüğün karşılığında verilecek cezayı da kötülük olarak tanımlar. Hem de insanı akıl ve vicdanla yarattığı halde. O da yetmedi, akıl ve vicdanın anlayacağı şekilde rehberlerle (Kitap ve Elçilerle) desteklediği ve son Elçiyi de “Alemlere rahmet olarak gönderdiği” (Enbiya:21/107) halde.

          Şimdi elinizi vicdanınıza koyup düşünün. Bütün bunlar, Kur’an-ın rahmet toplumu oluşturmak istemesinin göstergeleri değilse nedir? Ancak, insanlığı merhamet toplumuna ulaştıracak yolun ilk basamağının adalet olduğu unutulmamalıdır. Öyle olmasaydı, mazlumlar nasıl korunacaktı? Toplum düzeni nasıl sağlanacak, canlar nasıl güven ve huzur bulacaktı? Onun için, bireysel konularda insanın hakkını istemesi adalet, feragat etmesi de fazilet iken, kamu işlerinde adaletin herkes için tecelli etmesini sağlamak, yönetimin / yöneticinin, hesap vermekten hiçbir şekilde kaçamayacağı en ağır sorumluluğudur.

          Kur’an-a göre adalet belli bir zamana, zemine ve konuya tahsis edilemeyeceği ve hiçbir gerekçe ile askıya alınamayacağı gibi kişiye özgü de olamaz. Her zaman, her olayda ve herkes için en temel ihtiyaçtır, zorunluluktur. Bu konuda yönetilenler, yönetenlerle birlikte ortak sorumluluğa sahiptirler. Kim ve ne olursa olsun (hangi sebebe bağlı olursa olsun) tarafların yakınlık ve uzaklıklarını tercih sebebi yapmak, kararı etkileyecek şekilde yanıltıcı bilgi vermek veya bilgi vermekten (şahitlikten) kaçınmak, başlı başına adaletsizliktir / zulümdür (Nisa’:4/135). O kadar ki, taraflardan biri düşmanınız bile olsa (Maide:5/8-Mümtehine:60/8)

ACIYI DUYAN CANLI, BAŞKASININ ACISINI DUYAN İSE İNSANDIR!..

          Kur’an-ın ilkelerini rehber edinen toplumlar; adaleti gücün emrine değil, gücü adaletin emrine verirler. O zaman da güçlü olan haklı değil, haklı olan güçlü olur. Ayrıca suça iten sebepleri ortadan kaldırarak cezaların caydırıcı olma özelliğini artırırlar. En önemlisi de (belki hepsini kapsayacak şekilde) adaleti sadece uygulayan değil ihya ve inşa eden bir yapı oluştururlar.

          Enbiya Suresi:21/78-79 Ayetlerinde, ekin tarlasına giren koyunların verdiği zarar üzerine, Davut ve Süleyman Aleyhisselamın ayrı ayrı verdikleri hükümden bahsedilir.

          İstisnasız bütün Kuran Tefsirleri bu ayetlerde geçen olayı şöyle anlatır: Bir koyun sürüsü geceleyin başkasına ait ekin tarlasına zarar verir. Tarla sahibi Davut Aleyhisselama gelerek şikayetçi olur. Davut Aleyhisselam, verilen zararın sürünün değerine eşit olduğunu görünce, sürünün tarla sahibine verilmesine karar verir. Ancak oğlu Süleyman Aleyhisselam, bu sorunun daha iyi bir çözüm yolunun olduğunu söyler. Nasıl? diye sorulduğunda şöyle açıklar: ‘’Sürü tarla sahibine, tarla da sürü sahiplerine verilmeli. Sürü sahipleri tarlayı zarardan önceki durumuna getirmeli. Tarla sahibi de bu süre içerisinde koyunların sütünden ve yününden istifade ederek geçinmeli. Tarla eski haline geldiğinde herkesin malı gerçek sahiplerine iade edilmelidir.’’ Davut Aleyhisselam da bu hükmü daha güzel bularak kendi kararından vazgeçer.

          Bu olayda Davut Aleyhisselam; zararı telafi edecek ve mağdurun hakkını alacak bir adalet peşinde olduğunu ortaya koymuş olur. Süleyman Aleyhisselam ise; zararı telafi edip mağdurun hakkını alırken, yeni mağduriyet ve yıkımlara sebep olmayacak bir adaletin peşinde olduğunu vurgulamış olur. Ayrıca bu kararı ile Süleyman Aleyhisselam, suçluyu değil suçu hedef aldığını, adaleti sadece uygulayan değil aynı zamanda ihya ve inşa eden, yapıcı ve insanı geliştirici bir uygulamanın peşinde olduğunu da göstermiş olur.

          Evet, kamu adına karar verenler/ yöneticiler; eğer verdikleri  kararlara saygı duyulmasını istiyorlarsa, önce saygı duyulacak kararlar verdiklerinden emin olmalıdırlar. İşte o zaman; “Hakikatten adalet, adaletten de saadet doğar” ilkesi toplumda hayat bulur. Yoksa dünyada iken vicdanlarda mahkum olmaktan kurtulamayacakları gibi ahirette de hesabını veremeyecekleri bir yola girmiş olurlar. Onun için Sadi Şirazi, Bostan ve Gülistan adlı eserinde şöyle der: “Kulağını aç, halka adaletini göster. Yoksa büyük adalet gününde açıkta kalırsın.”

KORKMAYIN; HERKESE YETER!..

          Evet, devletin dini olsaydı, bu kesinlikle adalet olurdu. Çünkü adaletin olmadığı bir toplumda güven duygusu kaybolur. Yönetenlerle yönetilenler arasındaki güvensizlik dalga dalga yayılarak toplumu kuşatır. (Bütün kötülüklerin / yanlışların, iyilikler / doğrulardan dört kat daha hızlı yayılma gibi bir huyu vardır.) O zaman, hem toplumda birlik şuuru zedelenir, hem de devlet - millet bütünlüğü bozulur. Yerini şüphe, korku ve endişe alır. Şüphe, korku ve endişenin olduğu yerde de huzur olmaz. Güvensizlik algısı her şeyin önüne geçince, yapılan iyi işler bile gölgelenir, görünmez olur. Bu durum da devletin zayıflamasına ve yıkılmasına sebep olur.

          Bu nedenle Fatih Sultan Mehmet, suçlandığı ve ceza aldığı bir arsa davasından sonra şöyle der:

          “Aklı öldürürsen ahlak da ölür,

           Akıl ve ahlak öldüğünde millet bölünür.

           Kadı’yı satın aldığın gün adalet ölür,

           Adaleti öldürdüğün gün devlet de ölür.”

.............................................................................................

28 / 10 / 2022   -   Zübeyir ÇÖMLEKÇİ

ALİ ULVİ ÜLKER
28.10.2022 13:31:45
Kıymetli Zübeyir Hocamın makalesini büyük bir dikkat ve keyifle okudum. Kendisine ve gazetenize teşekkür ederim.

cem odabaşıoğlu
30.10.2022 22:46:26
Sn. Çömlekçi; Kuran'ın uygulanmasında, en üstteki yöneticiden insana doğru giden yönetim yolunu, bu kadar açık açıklayan nadir yazılardan biri diyebilirim.( Çoğunluğu, adaleti yöneticiye devreder, yönetilenin adaleti desteklemesi/desteklememesi konusunda bulanık kalır). Teşekkürler. Yazınızın diğer bölümlerini merakla bekliyorum; özellikle de, yönetimin kademelenmesi ( Moda deyimle güçler ayrılığı nasıldır? Var mıdır vs) konusundaki görüşlerinizi. Tekrar teşekkürler! İyi ki varsınız. Emeğinize, bilginize sağlık!

Zübeyir ÇÖMLEKÇİ
3.11.2022 10:44:57
Sayın Ali Ulvi ve Cem bey, ilginize teşekkür eder, saygılar sunarım.

YAZARLAR

  • BIST 100

    9724,50%-0,42
  • DOLAR

    35,19% 0,30
  • EURO

    36,73% 0,92
  • GRAM ALTIN

    2968,28% 1,32
  • Ç. ALTIN

    4806,92% 0,71
  • Pazar 6.1 ° / 3.4 ° Orta kuvvetli yağmurlu
  • Pazartesi 12.5 ° / 4.2 ° false
  • Salı 10.3 ° / 7.4 ° Şiddetli yağmurlu

Balıkesir

22.12.2024

  • İMSAK 06:49
  • GÜNEŞ 08:19
  • ÖĞLE 13:12
  • İKİNDİ 15:34
  • AKŞAM 17:55
  • YATSI 19:20