İstanbul'un kalabalık sokaklarında yankılanan bir siren sesi, bir anlığına hayatın telaşını kesiyor. Belki bir kaza, belki bir acil durum… Ama asıl acil durum, Osho'nun yıllar önce haykırdığı gibi, her birimizin içinde sessizce büyüyen, ödünç alınmış bir kimlikle yaşamamız. "Ödünç alınmış her şey yakılmalıdır," diyordu bilge adam. Bugün, sosyal medyanın parıltılı dünyasında bu sözler, neon ışıkları altında çürüyen bir gerçeği daha da acı bir şekilde gözler önüne seriyor.
Sosyal medya platformlarında her gün binlerce "mükemmel" hayat sergileniyor. Filtrelerle kusursuzlaştırılmış yüzler, lüks restoranlarda çekilmiş gurme yemek fotoğrafları, egzotik tatil beldelerinden paylaşılan "anı"lar… Hepsi birer illüzyon, birer ödünç alınmış mutluluk gösterisi. Tıpkı çocukluğumuzda dayatılan "başarılı olmalısın", "uslu durmalısın" kalıpları gibi, sosyal medya da bize nasıl görünmemiz ne düşünmemiz ve ne hissetmemiz gerektiğine dair görünmez sınırlar çiziyor.
Bir arkadaşımızın yeni aldığı lüks arabanın fotoğrafının altına yazdığımız "Harika seçim!" yorumu ne kadar samimi? Yoksa içten içe duyduğumuz kıskançlığı bastırmak için mi söylüyoruz? Ya da bir influencer'ın "mucizevi" zayıflama çayını överken ki coşkusuna gerçekten inanıyor muyuz, yoksa sadece popüler kültüre ayak uydurmaya mı çalışıyoruz? İşte psikolojik sömürünün en sinsi yüzü burada beliriyor: Kendimiz olmaktan vazgeçip, başkalarının bize dayattığı, ödünç alınmış rolleri benimsemek.
Osho'nun "Tüm anne babalar saldırgandır ve tüm eğitim sistemleri saldırgandır çünkü onlar seni insan yerine koymazlar, sen onların gözünde bir nevi kobaysın," sözleri bugün de geçerliliğini koruyor. Çocuklarımızı kendi ideallerimize, kendi yarım kalmış hayallerimize göre şekillendirmeye çalışmıyor muyuz? Onların özgün yeteneklerini keşfetmelerine, kendi yollarını çizmelerine ne kadar izin veriyoruz? Eğitim sistemi, ezberci ve tek tipçi yapısıyla, bireysel farklılıkları ne kadar göz önünde bulunduruyor?
Sosyal medyada da benzer bir dayatma söz konusu. Herkes "en iyi" versiyonunu sergilemek zorunda hissediyor. Beğeni ve takipçi sayısı, sanal dünyadaki değerimizin ölçütü haline geliyor. Kendi iç sesimizi dinlemek yerine, algoritmanın bize sunduğu "doğrulara" göre hareket ediyoruz. Farklı düşünmek, aykırı olmak cesaret isterken, sürüye katılmak ve onaylanmak çok daha kolay geliyor.
Osmanlı'dan Cumhuriyete geçişte yaşanan yüzeysel değişimlere yapılan gönderme, sosyal medya çağında daha da anlam kazanıyor. Platformlar değişiyor, trendler yenileniyor ama özündeki "beğenilme" ve "kabul görme" ihtiyacı aynı kalıyor. Tıpkı padişahlık gitse de zihniyetin devam etmesi gibi, fiziksel sınırlar kalksa da sanal dünyada yeni prangalar oluşuyor.
Gerçek devrim, Osho'nun dediği gibi, psikolojik olanda gerçekleşmeli. Kendimize dayatılan, ödünç alınmış tüm inançları, yargıları ve rolleri yakmalıyız. Sosyal medyanın sahte parıltısına aldanmadan, kendi iç dünyamıza dönmeli, gerçek benliğimizi keşfetmeliyiz. Başkalarının bize verdiği sıfatlara, makam ve mevkilere değil, özümüzdeki insana saygı duymalıyız. Ancak o zaman, sosyal medyanın bir sömürü aracı olmaktan çıkıp, gerçek bağlantılar kurabileceğimiz, özgünlüğümüzü ifade edebileceğimiz bir alana dönüşme potansiyeli taşıyabilir.
Unutmamalıyız ki, gerçek güzellik filtrelerde değil, kusurlarımızda saklıdır. Gerçek mutluluk, başkalarının beğenisinde değil, kendi iç huzurumuzdadır. Ve gerçek insanlık, ödünç alınmış maskeleri bir kenara bırakıp, çıplak ve savunmasız bir şekilde "ben buradayım" diyebilmektir. Belki de sosyal medyaya bir "reset" atmanın, ödünç alınmış beğenilerden ve sahte kimliklerden arınmanın zamanı gelmiştir. Tıpkı Osho'nun yıllar önce fısıldadığı gibi: "Ödünç alınmış her şey yakılmalıdır."