Kur’an, takvimde kullandığımız ayların sayısının on iki (Tevbe:9/36) olduğunu bildirdiği halde Ramazan dışında hiçbirinin adından söz etmez. Ramazan ayını da doğrudan değil, kendisinde meydana gelen özel durumlardan dolayı zikrettiği görülür. Böylece Kur’an, Ramazan ayının farkındalık sebeplerini çok açık ve net olarak ortaya koymuş olur. Konuyla ilgili Bakara:2/185 ayeti, Ramazan ayının farkındalığını şöyle ifade eder.
“İnsanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak Kur’an, Ramazan ayında indirildi. Sizden bu aya yetişen onda savm etsin…”
Bu ayette dikkatimizi çeken en önemli hususun, Ramazan ayının iki özelliğine vurgu yapılmış olmasıdır:
Bunlardan birincisi, Kur’an-ın bir rehber olarak insanla bu ayda buluşmasıdır. İnsanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını söyleyen (Bakara:2/257, Maide:5/15-16, İbrahim:14/1) bir kitap, insan için mutlaka her şeyden daha değerli ve önemli olmalıdır. Bir haberi getirenin, getirdiği haberin önemine göre değer kazanması da son derece doğaldır. Konuyla ilgili daha geniş bilgi için “Geceyi Kadir Yapan Kur’andır” adlı makalemiz okunabilir.
İkincisi de bu aya özel olarak insandan savm istenmesidir. İnsandan istenen savm; bu kadar kıymetli bir rehberle buluşmasının mutluluğunun idraki içinde, insanın Rabbine şükretmesinin ve kendisini temizlediği gibi değiştirip dönüştürerek yenilemesinin gayreti olacaktır.
Sözlük olarak Ramazan kelimesinin dört farklı kökten gelebileceği anlaşılmaktadır. Bunlar:
1- Günün çok sıcak olması, güneşin kum ve taşları çok ısıtması, kızgın toprakta yalınayak yürümekle ayakların yanması anlamına gelen Ramad,
2-Güneşin aşırı ısısından çok fazla kızmış olan yer anlamına gelen Ramda,
3-Yaz sonunda ve güz mevsiminin başında yağıp yeryüzünü temizleyen yağmur anlamına gelen Ramadiy,
4-Kılıcı veya okun demirini inceltip keskinleştirmek için iki yalçın taş arasına koyup dövmek anlamına gelen Ramd,
Köklerinden türediği kabul edilir.
Misafirinizin Farkında mısınız?
Dikkat edilirse, Ramazan kelimesinin türediği kabul edilen köklerin hepsinin anlamlarında ortak noktanın; geçmişle ilgili bir temizlenme, arınma ile gelecek için yeniliği ve gelişmeyi sağlayacak bir değişim ve dönüşümü gerçekleştirmenin olduğu görülür.
Ramazan ayında bu farkındalığı ortaya çıkararak değişim ve dönüşümü gerçekleştirip gelecek için yenilenerek gelişmeyi sağlayacak şey de kesinlikle, bu ayda indirilen Kur’an ile istenen savm ibadetinden başkası değildir. Madem öyle, genel olarak Müslümanların hayatında bu farkındalığın sonuçları olan değişim ve dönüşümü her zaman net olarak neden göremiyoruz? Diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Aklı başında her insan, herhangi bir tedavi için rastgele değil uzman bir doktorun verdiği ilaçları, reçeteye uygun olarak kullanması gerektiğini çok iyi bilir. Ama bu bilgiyi insana sağlayan şeyin arka planında doktora ve verdiği reçeteye / ilaçlara güven yatar. Hastanızı muayene eden doktorun teşhis koyamadığı halde reçete yazmasını, siz mantıklı bulur ve verdiği ilaçları kullanır mısınız?
Bu örnekten yola çıkarak, Ramazan ayının en büyük farkındalık sebebi olan Kur’anla ilişkimizi sağlayan bakış açılarına özetle bir bakalım:
Her şeyden önce Kur’anın, kendisine inanan insana “Mü’min” adını verdiğini bilelim. Mü’min; inanan, güvenen / güven veren demektir. Bunun anlamı şudur: İnandığınızı söylediğiniz şeye güvenmiyorsanız ve aynı şekilde de güven vermiyorsanız, aslında inanmıyorsunuz demektir.
Ne yazık ki, bu manada Müslüman toplumun büyük çoğunluğu, biri diğerini aratmayacak kadar birbirinden farksızdır. O kadar farksız ki, bırakın sıradan insanlarla inancı zayıf olduğunu söyleyenleri, dini bildiğini ve anlattığını söyleyenlerin hatta Kur’an Tefsiri yazanların içinde, yazdıklarından Kur’an-a güvenmediğini açıkça ortaya koyanların sayısı, insanı dehşete düşürecek kadar çoktur. Tarihte de bugün de bunun sayısız örnekleri mevcuttur. Bu açıklamayı, kastını aşan bir söz olarak alanların çok basit bir şekilde şu örneklere dikkatlerini çekmek isterim:
-Kur’an-ın; israiliyat, efsane, mitoloji vb. durumlarla açıklanmaya ihtiyaç duyduğunu kabul eden ve ciltler dolusu tefsirlerini de bu anlayışla yazanlar.
-Kur’an-ı; tarihin derinliklerinde belli bir coğrafyadaki insanlara gelmiş ve onlar üzerinde etkisini göstermiş yani tarihi bir anlamı olan ama bugüne söyleyecek sözünün olmadığına inananlar. Böylece Kur’an-ı zaman ve mekana mahkum edenler.
-Dini anlatırken; doğrudan dinin kaynağı olan Kur’an-ı anlayıp anlatmak yerine, tarihi rivayetlerle klişeleşmiş görüş ve anlayışları Kur’an-ın yerine koyan ve bunu da Allah’ın dini diye anlatanlar. Bu halleriyle, önüne koyduğu barikatlarla Kur’an-a ulaşmayı önleyen ya da bunların Kur’an-ı tamamladığını (sanki Allah eksik kitap göndermiş gibi) savunarak tertemiz kaynağı bulandırıp anlaşılmaz hale getirenler.
-Bugün, “Kur’anla bir köy bile yönetilemez” diyen ama böyle inanmasına rağmen ciltlerle Kur’an Tefsiri yazanlar.
-Kur’an-ı; anlamadan hatta özellikle anlamamak için okuyan ve kendisine gelen mektubu hiç merak etmeyen dahası böyle okunmasının en doğru olduğunu savunan ve Kur’an-ı anlayarak okumanın insanın inancını bozacağını söyleyecek kadar ileri gidenler. Hem de dünyanın hiçbir yerinde Kur’andan başka anlamadan okunan ikinci bir kitabın olmadığını herkes bildiği halde. Konuyla ilgili daha geniş bilgi için “Kuranla iletişim” ve “Kuran-ı Anlamadan okuyunca” adlı makalelerimiz okunabilir.
Siz, Nasıl Bakıyorsunuz?
Evet, daha fazla uzatmadan şimdi ben soruyorum. Bu ve benzeri inanç ve anlayışlarda olanlar, sizce Kur’an-a güveniyor olabilir mi? Ya da Kur’an-a güvenen insan, böyle inançlara / anlayışlara sahip olabilir mi?.. Çünkü Kur’an kendisinin; insanın yolunu aydınlatan bir rehber / koruyucu bir reçete olduğunu (Fussılet:41/44) söylüyor. Örneklerini verdiğim inanç ve anlayışlara sahip olan insanlar ise bu halleriyle rehbere / reçeteye güvenmediğini açıkça itiraf etmiş oluyor. Kendisine güvenilmeyen bir rehberden / reçeteden istifade edilebilir mi? Hem rehbere / reçeteye güvensizlik aynı zamanda rehberi gönderen ve reçeteyi yazana da güvensizlik değil midir? Böyle inanç ve anlayışları taşıyan insanlar, nasıl bir çıkmazın içinde olduklarının farkındalar mı acaba?..
Bu tür yanlış inanışlardan / anlayışlardan kurtulup Kur’an-ın rehberliğinden yararlanarak yolumuzun aydınlanması ve Ramazan ayının farkındalığının hayata tam anlamıyla yansıması için önce Kur’an-ın, her şeyi hakkıyla bilen (her şeyi kuşatan, bilgisi zaman ve mekânla sınırlı olmayan) Allah tarafından gelen bir haber olduğunu bilmeliyiz. Kim ve ne olursa olsun, bilgisi sınırlı olup zamana ve mekana yenik düşen insan ürünü hiçbir bilgiyi Kur’an-ın önüne barikat olarak koymadan ve önyargılarla da bakmadan, her Ramazan ayında bize bugün yeni gelen (Ey insanlar!, Ey Mü’minler!, derken doğrudan bize hitap eden) ve bizden beklentileri olan bir kitap olarak görmek zorundayız.
Hiçbir Ramazan ayı bir öncekinin tekrarı olmadığı gibi devamı da değildir. Her Ramazan ayı farkındalıkları fark etmek için (temizlenip yenilenerek değişim ve dönüşümü gerçekleştirmek için) yeni bir fırsattır. Bu da her şeyden önce inançlarla / anlayışlarla başlamalıdır. Çünkü inançlar / anlayışlar temizlenip düzelmeden davranışların değişmesi ve farkındalıkların hayata yansıması mümkün değildir. Esasen ibadetler başta olmak üzere hayatın tamamı böyledir.
Ramazan ayının ikinci farkındalık sebebi olan savm=sıyam için, ülkemizde oruç kelimesinin kullandığını hepimiz biliyoruz. Kaldı ki, oruç kelimesi Türkçe de değildir. Doğrudan Kur’an-ın kavramlarını kullanıp onlarla düşünmek yerine, sağdan soldan bulduğumuz kelimeleri kullanmakla nasıl bir anlam kaymasına sebep olduğumuzun ve Kur’an-ın gösterdiği hedeflerden uzaklaştığımızın can alıcı örneğini, burada çok açık ve net olarak görebilmekteyiz.
Oruç; Farsça “ruze” kelimesinin Türkçeye geçmiş şeklidir. Ruze; gün demektir. Nitekim ilkbaharın gelişini haber verdiği için yeni gün anlamında “Nevruz” kelimesinin kullanıldığını bilmeyen yoktur. Türkçedeki söyleyişe uygun olarak bu kelime önce uruze, sonra da oruç olur. Çünkü Türkçede kelimeler “r” ile başlamaz. Atalarımızın Ramazan yerine Iramazan, Raziye yerine Iraz demelerinin sebebi de budur.
Buna göre Farsça ruze kelimesinin Türkçeye geçmiş şekli olan oruç; günü tutmak demektir. Onun için fıkıh ve ilmihal kitaplarında oruç; “Tan yerinin ağarmasından güneşin batışına kadar, yeme içme ve cinsel ilişkiden uzak durmaktır” diye tarif edilir.
Hâlbuki savm; korunmak, el çekmek, terk etmek, uzak durmak demektir. Burada korunan, el çeken, terk eden, uzak duran bizzat insanın kendisidir. Kısaca ifade etmek gerekirse savm; “insanın kendini tutmasıdır” diyebiliriz. Hem de bu tutma; haram, günah veya yasak olarak bildiğimiz konular için değil, helal, mubah ve yapılması serbest olan işler içindir. İşte insanı en yüksek derecede takvaya (sorumluluk bilincine) ulaştıracak olan da budur. Çünkü haramlar, günahlar ve yasak olan şeyler, zaten her zaman için aynı derecede uzak durulması gereken eylemlerdir.
Savmın; helal, mubah ve yapılması normal olan söz ve davranışlara karşı insanın kendini tutması olduğunu, Meryem:19/26 ayetinde Meryem Validemize “Ben Rahman için savm adadım, bugün hiçbir beşerle konuşmayacağım, de” diye yol gösterilmesinden de kolayca anlamak mümkündür.
Savm, Bütün Organları Eğiten Bir Disiplindir.
Türevleriyle birlikte Kur’anda 13 defa geçen savmın emrediliş gayesi; “…Takvaya ulaşmanız ümit edilir” (Bakara:2/183) diyerek açıklanır. Bu nedenle Bakara:2/184 ayetinde; bu göreve mazeret olacak durumlar açıklanarak ruhsat verildiği halde; “…Eğer bilirseniz, savm etmeniz sizin için daha hayırlıdır” diyerek bu farkındalığa da vurgu yapılır. Onun için insanı takvaya ulaştırmayan yani farkındalık yaratıp sorumluluk bilincini artırmayan bir durum, Kur’an-ın istediği savm (insanın kendini tutması) olamaz. Ama oruç (günü tutmak) olabilir.
Çünkü Takvaya ulaştıracak savm edenler, her şeyden önce insan olmanın gereği Allah’a, kendine, ailesine, toplumuna, insanlığa, evren ve evrendeki tüm varlıklara karşı sorumluluk bilincini hep geliştirirler. Esasen bu durum da sadece Allah’ın Elçisi Nebimiz Muhammed Aleyhisselam ve Ona inananlara verilen yani ilk defa ihdas edilen bir görev değil, bütün Nebilere / Resüllere ve her dönemdeki insanlara verilmiş olan bir görevin tekrar hatırlatılması ve yeniden ihyasıdır. Çünkü Bakara:2/183 de “… Sizden öncekilere yazıldığı gibi size de sıyam yazıldı” denmesi, bunu çok net açıklamaktadır. Bu durum bize aynı zamanda, insanda sorumluluk bilincini geliştirecek durumların insanlık tarihi boyunca hiç değişmeden hep var olduğunu da gösterir.
Kaldı ki böyle söylenmeseydi bile, savmın yeni bir ibadet çeşidi olmadığı, kelimenin kullanılış şeklinden de rahatlıkla anlaşılırdı. Çünkü Arapça gramer kurallarında bizde olmayan ama İngilizce ve Fransızca gibi dillerde de var olan isimlerde belirlilik / marifelik - belirsizlik / Nekralık özelliği vardır. Kur’anda bütün ibadetler (Savm, Salat, Zekat, Sadaka, Hac) belirli / marife olarak ifade edilir. Örneğin bilinen kitabı anlatmak için İngilizcede "the book" dendiği gibi. Buna göre İnsanı takvaya ulaştıracak ibadetlerin tamamı, bütün Nebilerde / Resüllerde aynı şekilde vardır ve hiç değişmemiştir.
Nitekim Nebimiz Muhammed Aleyhisselam, bu ibadetlerle ilgili ayetleri tebliğ ettiği zaman, insanların ilk defa duydukları bir şeyle karşılaşıyor izlenimini verecek hiçbir tepkileri ve soruları olmamıştır. Tarih boyunca insanlar bu ibadetleri sürekli bozarak içini boşaltıp amacı dışına çıkardıkları için, Allah her yeni Nebi / Resül ile tekrar hatıratmış ve yeniden ihyasını sağlamıştır.
Ramazan ayını ve farkındalık sebeplerini, yılın belli zamanlarında sporcuların kampa girmesine benzetebiliriz. Kampa giren sporcular tatil yapmadıkları gibi bir taraftan geçmişteki yanlışlarını / eksikliklerini öğrenir ve bunları telafi ederken diğer taraftan gelecek maçlara daha iyi hazırlanmak için kendilerini geliştirirler. Bunun için, hem yeni taktik ve teknikler kazanarak hem de en yüksek derecede motivasyon ve enerji depolayarak kamptan ayrılırlar.
Ramazan ayı da bir Müslüman’ın tüm hayatını böyle etkilemesi gereken müstesna bir kamptır. Onun için bu kampta Allah’ın istediği gibi savm edenler, sadece geçmiş hatalarıyla ilgilenmezler. Kendilerini geleceğe daha iyi hazırlayacak değişim ve dönüşümü de gerçekleştirirler.
Çünkü Allah’ın bizden istediği ve yasakladığı tüm konularda amaç, yaratılıştaki güzellikleri korumamız ve kendimizi daima iyiye doğru değiştirip dönüştürerek sürekli iyi insan olmamız içindir. Yoksa Allah bizim Melek olmamızı falan istemiyor. Sadece Şeytanlaşmadan insan kalmamızı istiyor. O nedenle; insanı zihnen ve ruhen diriltip ayağa kaldırmayan, kendisini geliştirerek sürekli iyiye doğru değişim ve dönüşümü gerçekleştirmeyen, başka bir ifadeyle istenen farkındalıkları yaşayarak hayata dokundurmayan hiçbir ibadetin Kur’anda bir anlamı ve karşılığı yoktur.
Farkındalıklar, Fark Edilmek İçindir.
Bunun için Kur’an-ın istediği gibi savm edenler yani kendilerini tutanlar;
-Geçmişiyle yüzleşip tüm yanlışlarından kurtulurken değişim ve dönüşüm geçirip yenilenmenin ve geleceğe daha iyi hazırlanarak güzellikleri aktarmanın (insanlık ve Müslümanlık kalitesini daha da yükselterek devam ettirmenin) gayreti içinde olurlar.
-Başkalarını eleştirmek yerine otokontrol sistemini işletirler. Onun için başkalarının hayatını izlemek için vakit kaybetmek yerine kendisinde nelerin eksilip nelerin arttığına bakarlar.
-Biriktirme tutkusuna esir düşüp toplumda da biriktirdikleriyle değer kazandığını zannetmek yerine, tutkularının esiri olmaktan kurtulup paylaşmanın, paylaştıkça da değer kazandığının farkına varırlar.
-İnsanları dinlemeden yargılamak ve ben böyleyim arkadaş diyerek öğrenme ve değişime kapalı olduğunu göstermek yerine, insanları daha fazla anlamaya çalışarak empati duygularını geliştirdikleri gibi öğrenmeye ve öğrendiklerinin kendisini olumlu yönde değiştirmesine fırsat verirler.
-İftara yetişmek için trafikte sabırsızlık gösterip kavgaya tutuşmak yerine, bu saatlerin sabır eğitiminin son merhalesi ve insanı takvaya yaklaştıracak en verimli zamanlar olduğunu idrak ederler ve;
"Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,
Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;"
Diyen Yahya Kemal’in anlatımındaki olgunluğu gösterirler.
-İlkesiz ve ölçüsüz yaşamak yerine, insan ve Müslüman olmanın ilkelerini ve ölçülerini tekrar ve yeniden öğrenerek hayata hakim kılarlar.
-Herkesin hiç durmayacak ve düşmeyecekmiş gibi koştuğu bir dünyada hem durup düşünmenin hem de düşmenin ne demek olduğunu bilirler. Böylece hem gelişmek ve değişmek için düşünürler hem de düşeni kaldırırlar.
-İnsanlara tepeden bakmak ve işine geldiği zaman gücü kullanmak yerine, tüm insanları bir tarağın dişleri gibi görürler. Mahkemenin kadıya mülk olmadığını hiçbir zaman unutmazlar, bunun için güce tapmazlar ve gücü sadece adaletin ve iyiliğin ihyasında kullanırlar.
-Adaletin ve ihsanın en büyük erdem olduğunu sadece bilmekle kalmazlar, kamu işinde adaletin, aile ve bireysel işlerde ihsanın öncelikli olduğunu da uygulayarak gösterirler.
-İstenmeyen / olumsuz durumlar karşısında pire için yorgan yakmak yerine,
"Çiçeklerle hoş geçin,
Balı incitme gönül.
Bir küçük meyve için,
Dalı incitme gönül."
Diyen Yunus gibi yapıcı ve yaşatıcı davranırlar.
-Hayattan ve toplumdan kopuk yaşamak yerine, hayatla ve toplumla barışık, insanlığın ve tüm varlıkların dertlerini kendi dertleriymiş gibi görür ve çözüm için çaba harcarlar.
-Tüm insanlarla birlikte tabiattaki çiçeğe, böceğe ve her türlü varlığa Kur’an-ın istediği gözle bakarak hepsinin keşfedilmesi gereken Allah’ın birer ayeti (ibret, delil, canlı belge) olduğunun bilincini kazanırlar.
-Ramazan ayı için daha çok erzak depolayarak kıtlıktan çıkmış gibi sofralar hazırlamak yerine, çevresinde bunları alamayanları araştırıp onlarla paylaşmanın mutluluğunu yaşarlar ve;
"O süslü haclelerin sîne-yi muattarına
Koşanlar! İşte bir insan ki inliyor nefesi;
Bakın şu sıska, şu çıplak, şu iğri kollarına;
Bu artık işleyemez... hisse-yi mesâisi
Sizindir işte; verin, susturun şu hasta sesi!"
Diyen Tevfik Fikret gibi feryatları duyarak yoksullara yemek ve hastalara ilaçla kimsesizlerin kimsesi olurlar.
-Allah’ın verdiği bir görevi yerine getirdiği için başkalarını minnet altında tutan ve saygı gösterilmesini bekleyen bir anlayış yerine, görevini yapabilmenin mutluluğu ile dolarken görevini yapmayanların / yapamayanların da bu mutluluğu yaşayabilmesi için dua ederler.
-Sadece öğünlerinin saatlerini değiştirmekle kalmazlar, ne kadar çok tükettiklerinin de farkına varırlar ve gelecek nesillerin hakkını yemekten kendilerini kurtarırlar.
-Yaptıkları pire kadar iyiliği deve yapmak yerine, dağlar kadar iyilik yaparken kendileri ortada görünmezler.
-İyilik ederken onur kırıcı ve gönül yıkıcı sunumların Allah katında boşa giden değersiz işler olduğunu bilerek insan onurunu koruyan bir saygınlık içinde davranırlar ve;
"Dokunur gayretine,
Karışma hikmetine,
Sahibi hürmetine,
Kulu incitme gönül."
Diyen Yunus gibi insanı incitmekten korkarlar.
-İşverenler hedeflerini belirlerken, yanında çalışan insanların sırtından daha fazla kazanmak yerine, onlarla birlikte bu noktaya geldiğini idrak eder ve onlara daha çok değer verirler.
-Çalışanlar da yaptığı işi gözden geçirerek, varsa eksik ve yanlışlarını telafi edip daha çok üretmenin gayreti içinde kazançlarını tekrar ve yeniden değerlendirirler.
-Selamlaşma ve kırgınlıkları gidererek barışmak, gönül yapmak ve bağışlamak için sürekli fırsat kollarlar.
-Amacı ve hedefi ne olursa olsun, milleti kutuplaştırmak ve kamplara bölmek yerine, birlik ve dirlik için hem fiilen çalışırlar, hem de;
"Yâ Rab, şu muazzam Ramazan hürmetine,
Kaldır aradan vahdete hâil ne ise;
YâRâb, şu asırlarca süren tefrikadan
Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se.
Mâdâm ki verdin bize bir rûh-i nevin...
YâRâb, daha bir nefha-i te’yîd insin!"
Diyen Akif gibi de dua ederler.
Bu Mutluluğu, Herkes Yaşayabilir.
Tüm farkındalıkları doya doya yaşadığınız bir Ramazan geçirerek Bayrama huzur ve mutlulukla ulaşmanızı candan dilerim.
28 / 03 / 2022 - Zübeyir ÇÖMLEKÇİ