İlya “Hay, hay” dedi…
İstanbul’un ortasında insanlık sucu işleniyor ancak, bir kişi de bu suçu ortadan kaldıracak bir şey yapamıyordu. Öyle ki, Churchill, bizim hükümet yetkililerine geminin kesinlikle hareket ettirilmeyeceğinin talimatını çoktan ulaştırmıştı. Yetmiş beş günün sonunda polisler motoru bozuk ve içinde yedi yüzden fazla insanın her geçen gün perişanlık, hastalık hatta intiharlar yaşadığı gemiyi Karadeniz’e doğru yüzdürülmesi kararı aldılar. Aslında yüzdürmek değil, sürüklenmesini kararını aldırdılar. Yolculardan buna itiraz edenler, ya dövülüyor, ya da bir şekilde susturuluyordu. Milian İstanbul çıkışına kadar gemiyi izledi. Milian gibi gemide yüzlerce yakını olan insanlar maalesef ki, hiçbir şey yapamıyordu. Nadia’yı belki son kez görmek için kendini denize atsa da, nafileydi…
Gemi İngiliz hükümetinin verdiği kesin talimatla, Boğazdan yüzdürülüp, Karadeniz girişindeki Şile açıklarında bekletildi. Struma gemisi için, hazin dolu sona el birliği ile getirilmişti. Yüzlerce insanın feryatları, diplomatik saçmalığının önüne geçememiş ve bunca insan maalesef ki, dramatik bir ölüme sürüklenmişlerdi. Ertesi gün Milian bir şekilde Şile’ye ulaşmış ve Struma’yı görmüştü. Gemi Şile’ye üç km uzaklıkta ve terk edilmiş durumdaydı…
Güvertede insanlar perişan halde, bir kurtuluş arıyordu. Küçük bir balıkçı takası sahibine gidip derdini anlattı. Balıkçı oraya gitmenin imkansız olduğunu, sahil güvenlikteki polislerin ateş açabileceğini, ölebileceğini ya da buna yeltenmeden hemen tutuklanacaklarını Milian’a iletti. Milian kararlıydı, yüksek para teklif edip, balıkçıyı ikna etti. Takayla yola çıktılar, birkaç metre gitmişlerdi ki, polisler belirdi sahilde ve ikisini de tutukladılar…
Nadia ve diğer yolcular için artık vakit çok geçti. Ne olacak ise olsun, hangi kader yazılmış ise, yerine getirilsin hali gemideki insanlara çoktan kabullendirilmişti. Aradan birkaç saat geçmişti ki, Şile sahilinden korkunç bir patlama sesi duyuldu. Karakolda bulunan herkes, sahile doğru koşuşturdular. Struma gemisinden neredeyse eser kalmamıştı. Gemi patlatılmıştı. Yüzlerce insanın cesedi Şile sahilini kaplamıştı. Bu dehşet o gün Dünya’ya bulunan her kesin yüz karasıydı…
Hüseyin geminin patlatıldığını söylediğinde, İlya hıçkıra, hıçkıra ağladı. Kalktı yerinden, koşar adımlarla üst kata güverteye çıktı. Hüseyin İlya’nın çantasını alıp, peşinden gitti. İlya sabah oturduğu güvertenin dibindeki banklarda oturup, içini çeke, çeke ağlama başladı. Hüseyin gelip, İlya’ya sarıldı. Birlikte dakikalarca kız kulesine doğru baktılar. Gemi Eminönü’ne gelmiş ve görevli halatını çoktan bağlamıştı. Birbirlerinin elinden tutup, vapurdan indiler. İkisi de iskelenin önündeki taksi durağına kadar yürüyüp, taksiye bindiler. Hüseyin’in evine doğru yol çıktılar. Hüseyin yolda eve gideceklerini söyledi. İlya kafasıyla her zaman ki, gibi onayladı…
Hüseyin’in yaşadığı ev, tarihi Ortaköy semtinin en güzel evlerindendi. Dedesinden kalma üç katlı cumbalı evin sokağında taksiden indiler. Hüseyin iki adım önden gidip, kapıyı anahtarıyla açtı. İlya’yı davet etti. Giriş katta bulunan salonun ışıklarını yaktılar. Evin her köşesinde eskiden kalma anılar, fotoğraflar, resimler ve sağ köşede gramofon hemen göze çarpıyordu. Hüseyin çay koymak için, hemen mutfağa yöneldi. Döndüğünde, İlya gramofonun kapağını açmış ve Sezen Aksu’nun eski plaklarından biri koyup, üçlü koltuğa ayaklarını bağdaş kurup oturmuştu. Hüseyin müzik sesini duyunca salona yöneldi. ilya’nın müziği dinlemesindeki o haline baktı, bu sahnenin bozulmaması için ayakuçlarına basarak yavaş adımlarla yürüdü. Karşı koltuğa oturup, şarkıyı birlikte dinlediler…
Titresin bir mumum alevinde o eski günler
Bir gümüş çerçeveden seyret yine maziyi
Bir nezaket bir ince söz duyar da belki
O sararmış resmin hayat bulur yeniden
Ah nerede hani an nerede…
(DEVAMI VAR) MURAT KARAHAN