Konuşuyoruz. Durmadan, nefes almadan konuşuyoruz. Sanki kelimelerden bir duvar örmüşüz etrafımıza, dışarıdan hiçbir ses girmesin, içeriden hiçbir gerçek çıkmasın diye. Siyasetçimiz, yazarımız, esnafımız, akademisyenimiz… Hepimiz, ama istisnasız hepimiz, o duvarın ardında konuşuyoruz. Biliyor musunuz, bazen aynaya bakınca, kusurlarını örtmek için ne kadar da süslenmiş, ne kadar da rüküş, çirkin bir suret görüyorum. Takıp takıştırdığımız her şey, aslında daha çok ele veriyor bizi, çıplaklığımızı daha bir gözler önüne seriyor. Bilmiyoruz da konuşuyoruz, bilmeden de, bilmediğimiz ne varsa da konuşuyoruz. Bir fısıltıdan ibaret kalan gerçeklerin önünde, koca bir gürültü yığını olmuşuz. Ah, ne acı bir döngü bu…
Siyasetçimiz, omuzlarındaki yükün altında ezilirken, susmak yerine konuşuyor. Çünkü çözemediği sorunların ağırlığı altında eziliyor, omuzları çöküyor. Ses tonunun yükselişinden anlıyoruz, kalbindeki fırtınanın şiddetini. Aydınlarımız, cehaletlerini örtmek için laf kalabalığına sığınıyor. Konuya dair bilmemiz gerekeni değil, kendi bildikleri her şeyi döküyorlar ortaya, bir çırpınış içinde. Ve o çırpınış, aslında hiçbir şey bilmediklerinin sessiz çığlığı. Esnafımızın durmak bilmeyen konuşması, sattığı malın kalitesizliğini haykırıyor sanki. Akademisyenlerimiz, bilim adamlarımız ne zaman 'olmak'tan bahsetse, o sözler, aslında olamadıklarının, yüreklerindeki boşluğun itirafı oluyor. Konuşuyoruz… Hepimiz konuşuyoruz.
Çocuğuna bir çift ayakkabı alamadığı için hayata veda eden bir babanın acısına, o acıyı görme şehvetiyle yaklaşan bir muhabir gibi konuşuyoruz. O muhabiri dinleyen bizler, dehşetle ama yine de yüzeysel bir kabullenişle konuşuyoruz. Sadece konuşuyoruz! Oysa intihar eden baba konuşmuyor, hiç konuşmadı ki. O sadece feryat etti. O feryat, acının ta kendisini, kederi, derdi, o derin ıstırabı anlatıyor. Belki de biz de o duruma düşene kadar susmalıyız. Çünkü o acıyı, o yangını anlamıyoruz. Gördüğümüzü sanki yaşamışız gibi anlatmayı bırakıp, gerçekten 'olduğumuz 'da, görenlerin bizi anlayacağı güne kadar susmalıyız. O feryadı anlatmak için, o feryadın yüreğimizde yanmasını beklemeliyiz. Çünkü o feryat yüreğinde yanmadıkça, anlayamazsın, hiçbir şeyi.
"Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır." derler. Ama bazen susmak, o dilsiz şeytanın bile dile getiremediği bir çığlık olur. Yunus Emre'nin dediği gibi: "Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı, söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz." Ama bizim sözlerimiz, bal ve yağ değil de, zehirli bir yara gibi. İşte bu yüzden, Hz. Mevlana'nın şu sözü ruhumuza kazınmalı: "Sükût ettim, çünkü sözler gönlümün fısıltısına yetişemiyordu."
Hangi konuşmamızdan, hangi yazımdan kimlerin kalbine neler sirayet etmiştir diye düşünmeden edemiyorum bazen. Varlığımız, birlikte olduğumuz insanlara bir esenlik mi sunuyor, yoksa bir eziyet mi? Yanımıza gelenlere kalbimizden acı mı ikram ediyoruz, yoksa muhabbet mi? Yük mü alıyoruz, yoksa yük mü oluyoruz? Kendi varlığı kendine yük olan bir insan, başkasının yükünü nasıl alabilir ki?
Yüce Yaradan, Kur'an'ında şöyle buyuruyor: "Güzel söz de, kötü söz de kendi sahibine aittir." (İbrahim Suresi, 24-25. ayetleri.) Söylediğimiz her kelime, yazdığımız her cümle, ruhumuzun bir yansımasıdır. Amin Maalouf'un o dokunaklı sözü gibi: "İnsan, kelimeleriyle var olur." Varlığımızın bir yük değil, bir rahmet olması için, dilimizi sadece susturmak değil, kalbimizi de temizlemek gerekmez mi?
Konuşarak kendime bile anlatamadığım bu iç yangınımı, yazarak size anlatmaya çalışıyorum. Eğer Türkiye'de insanlar yeniden bir "basü badel mevt" (ölümden sonra diriliş) sırrına ermek istiyorsa, eğer o dirilişi yeniden yaşamak istiyorsa, o zaman uykuyu unutmalıyız. Evet, niyetim tam da bu: zaten uykusu az olan sizlerin, o azıcık uykusunu da kaçırmak, yatağınızı dar etmek. Sizin içinize bir azap, bir çile, bir dram tohumu ekmek istiyorum.
O tohum nasıl yeşerecek dersiniz?
"Başımızı ellerimizin arasına alarak, her türlü silahı terk ederek, 'ben nefsimi katlettim hem şehidim hem gazi' diyerek, cihadın büyüğünden küçüğüne dönerek…" Yüreğimizdeki o en büyük cihadı, nefsimizin cihadını kastediyorum.
Eğer bir dost yüzünü göremiyorsak, bırakın uykularımız kaçsın. Eğer bir dostun acısını tadamıyorsak, günlerimize azap olsun. Zaten öyle de olmuyor mu?
"Acıya yanmıyorsa yüreğimiz, yansın yüreğimiz."
Acıya yanmıyorsa yüreğimiz, yansın yüreğimiz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ne güzel buyurmuştur: "Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada ve birbirlerini korumada tek bir vücut gibidirler. Vücudun bir organı rahatsızlanırsa, diğer organları da uykusuzluk ve ateşle ona ortak olurlar." Bizim yüreğimiz, komşumuzun, kardeşimizin acısıyla yanmıyorsa, nasıl mümin sayılabiliriz ki? Hz. Ömer'in o derin sözü gibi: "Kötülüğü ortadan kaldırmak için, önce kendi içindeki kötülüğü öldür." Kendi bencilliğimizden ve duyarsızlığımızdan kurtulmadıkça, başkalarının acısına nasıl gerçekten ortak olabiliriz?
Peki, bu suskunluğun ve acıyla yanan yüreklerin feryadı, ne zaman gerçek bir dirilişe, yeniden doğuşa dönüşecek?