Yaradır sonbaharlar içimde. Yaprakların ağaçlardan dökülüşünü izlerken, kopan her bir yaprak parçasının bende bıraktığı kırıklığı anlatamam. Arnavut kaldırımları dile gelir, hüznünü anlatmaya çalışır her defasında bana. Sokak lambaları geceleri bir başka yanar. Sonbaharın habercisi olur her zaman. Erkenden yanmaya başlarlar akşam olunca. Sanki hadi daha sıkı at adımlarını, git bir an önce soğuk evine der gibi. Neler yaşadık seninle ve nedense hep sonbahar akşamlarında. Her seferinde annenin yaptığı sıcak kurabiyeler getirirdin kırmızı peçetelerin arasında…
Yeşil gözlerine bakardım uzun, uzun her buluşmamızda. Sen ise kırmızı peçeteye sarılı kurabiyeleri elime tutuşturur, gözlerini kaçırırdın gözlerimden. “Annem yaptı, sana da getirmemi söyledi” deyip gülümserdin. Ah sonbahar ayazım, ne olur bakabilseydim biraz olsun daha gözlerine. Gözlerindeki hiç gitmeyen ıslaklığın, sonbaharın ayazında bir başka güzeldi. Kurabiyeleri o sıcak ellerinden alırken birden aylardan Ağustos olurdu bende. Saatlerce beklediğim evinizin bir sokak altındaki parkın bankında. Otururken ne hayaller kurardım ikimize. Çocuklarımızın isimlerinin E harfiyle olmasını mı, o çok sevdiğin taş evlerden bir tane almayı mı, istediğin kır düğününü nerede yapacağımızı mı, neler, neler yeşilim…
Yaradır sonbaharlar içimde. Aşktı yaşadığımız günlerde umuttu elini tuttuğum zamanlar. Hayat bizi birbirimize tutkalla yapıştırmıştı sanki. Yanımda olduğunda çocuk gibi olur, ipek saçlarının yelesine saklardım ben kendimi. Tam bahara çıkacaktık ki, hayat ikimizin de kulağından tutup, çıkarttı bu oyundan bizi. Hiç bitmeyecek sandım, senin elinden kurabiye yemelerimi. Hiç sırtını dönmeyecek sandım, her seferinde gözlerimden öpüp selam söyleyen annen. Bir akşam babanın karşıma dikilip, sana asla vermeyeceğim bu kızı demesini. Ve sende bir sonbahar akşamı sessizce çekip gideceğini. Sonbaharın ayazı sessizce girdi içime, hiçbir zamanda gitmedi, yerleşti yüreğime…
Sen giderken, yüzümün düştüğünü hiç görmedin ki,
Sen giderken, ellerimin buz kestiğini hiç görmedin ki,
Sen giderken, kalbimin bin parçaya bölündüğünü hiç görmedin ki,
Sen giderken, ömrümün ardın sıra hüzünlere daldığını hiç görmedin ki…
Bu elem zaman neden insanın böğrüne, böğrüne çalışır yumruklarını. Bu sevmelerim neden aradan geçen bunca zamandır terk etmezler beni. Adını duyduğum her seferinde neden kırk parçaya bölerim kendimi. Bir toz zerresi kadar hatıranı, bir saniyelik güzel bakışın neden artık gelmez olur buralara. Hangi pastaneye girip, un kurabiyesi görsem sen gelirsin aklıma dolar gözlerim. Hani şimdi nerede, ellerinin sıcaklığı ve annenin gönderdiği kurabiyeler. Kırmızı peçeteyi açıp, içinden bir tane alıp, soğuk sonbahar akşamlarında bana yetirdiğin günler nerede…
Yaradır sonbaharlar içimde. Kadifemsi dudaklarından dökülen sözlerin, büyüsü hiç gitmedi ki kulaklarımdan. Hani hep söylerler ya, kavuşmayan aşkların ardından, bir görüşte ve bir gün başladı ama bir bakışta ve bir gün bitti, unutuldu derler. Sevgilim kaç sonbahar geçti, sayısını unuttum. Ama gel gör ki, sen gitmedin bu yürekten. Kaç kez o gün gelse de çıkıp gitse aklımdan der durdum gel gör ki nafile…
Sebepsiz bir ayrılıktan büyük bir suskunluk, soğuk akşamlarda parkın bankında sabahlara kadar bekleyiş ve kıştan kalma ayazlarda tek başına, üşüye, üşüye eve gidişlerim kaldı. Ne olurdu, cesaretimizi toplayıp ta çıksaydık bu kaderin karşısına. Ayrılmayı seçmeden, aşk ile coşup sırtlasaydık hayatı birlikte. Yaradır sonbaharlar içimde. Son aylarda gözlerinde gizlediğin acı, bilmemi istemediğin sözlerin vardı. Bana baktığında o buğulu bakışlarının sebebi buymuş meğer. Kim bilebilir ki, altı yılın sonunda bir kuşluk vakti kapıyı usulca açıp gideceğini. Kime ne söyleyebilirim ki, aradan geçen yirmi beş yılın sonunda, hala yine bir sonbahar akşamı sana yazabildiğimi? Bereket ki evdekiler artık beni kendi halime bıraktılar. Ne yazarsam ne çizersem umursamıyorlar da…
Sen giderken, sevdiğinin ne hallere düştüğünü hiç görmedin ki,
Sen giderken, saçlarıma düşen akları hiç görmedin ki,
Sen giderken, bir daha gülmediğimi hiç görmedin ki,
Sen giderken, nefes alıp vermemin yaşamak olmadığını hiç görmedin ki…
Şimdi her sonbahar gelince iki şeye takılır kalırım. Birincisi zamansız düşen Arnavut kaldırımlarını boylu boyunca kızıla boyayan sarı yapraklara. İkincisi erkenden yanmak için heveslenen sokak lambalarını. Şimdi balkonun camından bu satırları yazarken tam karşımda sanki bana bakan sokak lambasına bakıyorum. Paslanmış, içinin lambası bir yanıp, bir sönüyor. Bunca geçen zamandan sonra bende anladım ki, bende her sonbahar istemesem de düşüyorum yerlere sarı yapraklar gibi kızıla boyuyorum…
Bunca geçen zamandan sonra bende anladım ki, senden sonra karanlık yaşamların kenarında falan da değilim. Baban kolundan tutup seni evlendirdiği gün, aksine karanlıkların tamda ortasında kala kalmışım. Hevesim kursağımda öyle bir kalmış ki, yutkunmaktan ciğerlerim sökülmüş…
Bir Kasım ayı ayazı…