Sevgili dostum, bir an durup etrafına bakar mısın? Dünyamızın ne kadar kalabalıklaştığını fark ediyor musun? Worldometers'in o soğuk rakamları bile içimi acıtıyor benim… 2023’te neredeyse 8 milyar insan. Bu sayılar, size de biraz ürkütücü gelmiyor mu? Sahi, biz bu kadar kalabalıkken, hala insan gibi yaşayabiliyor muyuz? Hayvanlar gibi değil, insan gibi… Nehirlerimizi kurutan, ormanlarımızı yakan, toprağımızı çölleştiren bu gidişatın sonu nereye varacak, sizce? Albert Camus'nün dediği gibi, kendi kalbini kemiren tek canlı türü biz değil miyiz?
Bugünlerde en çok düşündüğüm şeylerden biri şu: İnsan, sayısız vaadin peşinden koşarken, kendi kalbinin en büyük vaadini, insanlığını unuttu.
Peki, bu noktaya nasıl geldik? Sadece biz miyiz suçlu sanıyorsunuz? Bizi bu hale getiren bir sistemin çarkında dönüp durmuyor muyuz? Dinlere müminler, uluslara askerler, sanayicilere tüketiciler… Bu çarkın dönmesi için her birimize çocuk yapmamız salık veriliyor. Peki, bu çocukların geleceği ne olacak? Rousseau'nun dediği gibi, "İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur." Sahi, biz gerçekten özgür müyüz?
Bir düşünce belirdi zihnimde: Uçurumun kenarında, bize gülümsediler ve 'Kader' dediler. Oysa biz, o uçuruma kendi ellerimizle yürüdük.
Bizi kandıranlara ne demeli? "Fakirler cennete daha erken gidecek" diyen şarlatanlara inanmak zorunda mıyız? Bizi uçuruma sürükleyenleri kurban etmesi gerekenler biz değil miyiz sizce de? Çünkü eğer biz kendimizi kurtaramazsak, bizi kurtaracak bir şey kalacak mı? Dostoyevski'nin sözünü hatırlayın: "Asıl felaket, bir insanın kendi felaketini anlamasıdır." Kendi felaketimizi görüyor muyuz, yoksa gözlerimizi mi kaçırıyoruz?
Kafamı en çok meşgul eden konulardan biri de şu: Kör bir düzenin peşinden giden milyonların uyanışı, ancak kalbin sesine kulak vermekle mümkün olacaktır.
Bakın etrafınıza… Dini kendilerine alet edenlerin peşinden sessizce yürüyen, sorgulamayı unutmuş milyonlar var. Onların ne yaptıklarının farkında bile olmadıklarını düşünüyor musunuz? Orwell'ın "Bilgisizlik güçtür" sözü, bu kitlelerin durumunu açıklamıyor mu? Bu cehalet, bizi yönetenlerin en büyük silahı haline gelmedi mi?
Bence modern insanın trajedisi, kendi elleriyle kazdığı uçurumun kenarında, kendisine sunulan sahte umutlarla dans etmesidir.
Bir de bize adaletten bahseden düşmanlarımız var. Sürekli bize "parlak bir gelecek" vaat edenler… O vaatlerin onlara hiçbir maliyeti yok, öyle değil mi? Ama biz onlara kulak verdiğimizde çok şey kaybediyoruz. Bize icatlarını alkışlatanlar, aslında bizi yok edecek, bize acı verecek şeyler üretmiyorlar mı? Atom bombalarını, savaş uçaklarını… Alain'in dediği gibi, "Savaşta yenilgi, ancak barışın zaferidir." Biz sürekli savaşa hazırlanarak, içimizdeki barışı öldürmüyor muyuz?
Bu düzenin çocuklarıyız biz… Bilginler keşifler yapıyor, icatlar geliştiriyor, ama bu sistem her şeyi kötülüğe çevirmiyor mu? Ahlak ve inanç adına, bizi köleleştiren bu çarkın içinde dönüp durmaktan yorulmadık mı? Nietzsche'nin o çarpıcı sözü geliyor aklıma: "İnsanlık, kendi mezarını kazarken en coşkulu şarkısını söyler." Sizce biz de aynı şeyi yapmıyor muyuz?
Kendime hep şunu sorarım: Yüzümüzü tarihe, kalbimizi vicdana dönmedikçe, modern yalanların çarkında dönüp duracağız.
Bu yolda bizi sürükleyenler, kendilerini bilge sanıyor. Peki ya biz? Kader ve iyimserlik, dipsiz bir uçurumun kenarında tutunduğumuz son şey mi? Dua ediyor, şeytan taşlıyoruz, ama aslında neye hizmet ettiğimizi biliyor muyuz? George Bernard Shaw'ın dediği gibi, akıl, bizim en tehlikeli oyuncağımız haline mi geldi? Osho'nun şu sözünü hiç duydunuz mu: "Uyumayın. Uyanık olun. Yaşam kısa, sonsuz değildir. Ve o bitmeden önce, onu yaşayın!"
Tarih bize ne kadar çok ders veriyor oysa… Neden gözümüzü kapatıp kendi yanılsamalarımız içinde yaşamayı tercih ediyoruz? Bir mucizeye inanıyor, bir şeylerin değişmesini umut ediyoruz. Peki, bu umudu doğrulayacak neyimiz var? Bizi kurtaracak olan, kendi içimizde bir çığlık atmaktan başka bir şey değil, öyle değil mi? Gabriel García Márquez'in dediği gibi, önemli olan ne kadar yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımız değil mi? Öyleyse, bu kadar kalabalıkken, nasıl yaşayacağımıza karar verme cesaretini göstermenin zamanı gelmedi mi?
İçimden bir ses hep şunu fısıldıyor: İnsanlık, gözleri bağlı bir kalabalıkla uçuruma yürüyor; oysa en büyük kurtuluş, kalbimizin fısıltısını duyup, o zinciri kırdığımız anda başlar.
"Yeryüzünde düzeni sağladıktan sonra bozgunculuk yapmayın. Eğer iman etmiş kimselerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır." (A'raf Suresi, 85. Ayet) Bu ayet, bize bir kez daha yol göstermiyor mu? Düzeni bozmak yerine, onu onarmak için harekete geçmek, en doğrusu olmaz mıydı?
Yazar Soner Atabek