Zübeyir ÇÖMLEKÇİ

Tarih: 27.08.2025 15:15

KUR'AN İNŞA EDER

Facebook Twitter Linked-in

      KUR'AN İNŞA EDER

       Kur’an; yer yer değişik disiplinlerden (arkeoloji, tarih, coğrafya, matematik, biyoloji, astronomi, ... gibi) söz eder. Bu durum; Kur’anın kesinlikle o disiplinlere ait bir kitap olduğunu göstermez. Mesela Kur’anın 1/3’i doğrudan kıssalarla ilgilidir. Onun için sadece konu anlatımının yoğunluğuna göre değerlendirseydik, arkeoloji veya tarih en yakın disiplin olurdu. Ama kesinlikle bunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bütün konularda olduğu gibi kıssa anlatımında da doğrudan Kur’anın kendisinin, amacını ve hedefini net olarak ortaya koyduğu görülür. Bu amaç ve hedefin de sadece insanı inşa etmek olduğu anlaşılır. Başka bir deyişle Kur’an; “Tamamen, iyi insan yetiştirme projesidir” diyebiliriz. Onun için Kur'an bilgiden ziyade bilinç kitabıdır.

       Ne var ki Kur’ana; kendisinin istediği gözle bakmadığı veya bakamadığı için şaşı bakanlar, bu gerçeği görmekten mahrum kalmaktadırlar. Bu mahrumiyet sadece sıradan insanlarla sınırlı kalsaydı, yarası o kadar da derin olmayacaktı. Ama Kur’anın kendisinin, kıssaların en güzeli dediği Yusuf Kıssası için, bir sürü Meal yazarı hatta İlahiyat Profesörünün bile; bir aile dramı veya aşk hikayesi gibi anlatımlarla nitelemesi, yarayı çok daha derinlere indirmektedir. 

        Bu da yetmiyormuş gibi vahyin aydınlığında inşa olan, bize de örnek olması için anlatılan Nebi ve Resullerin kıssaları çoğu zaman, Kur’anın gerçeklerinden uzak ve birçoğu hayal ürünü olan mucizelerle anlatılmaktadır. Bu da yarayı kangrene dönüştürmektedir. Neden derseniz; bu durumun, insanın Kur’anla inşa olmasının önündeki en büyük engel olmasıdır. Onun için Nebi ve Resulleri hep mucizelerle anlatmak, onların insanlığa örnek olma misyonunu yok etmektir. Başka bir deyişle onları diri diri öldürmektir. Çünkü onların örnek alınacak özellikleri, yürekleri ve emekleriyle ortaya koydukları davranışlarıdır. Mucizeleri değildir.

        Nebi ve Resuller; Kur’anın ifadesiyle insanlığın önderleridir (Bakara:2/124). Önderlerin arkasından gidilir. Örnek alınır. İzleri sürülür. İşte o zaman insan, Kur’anla inşa olur. Nebi ve Resullerde insanı inşa edecek örnek davranışları görmeyen/göremeyen zihniyet; saçı-sakalı böyleydi, sarığı-cübbesi şöyleydi gibi görünüm ve anlatımlarla taklit etme yeteneğini geliştirmektedir. Halbuki taklit etmek; insanın değil maymunların özelliğidir. Nebi ve Resullerde kesinlikle maymunlara değil insanlara önder ve örnek olarak gönderilmiştir. Onun için Nebi ve Resullerin yürekleriyle ortaya koydukları emekleri görmezden gelmek onlara yapılabilecek en büyük haksızlık ve saygısızlıktır. Bu durum; insanlığa bıraktıkları eserlere karşı da nankörlüktür. Adı sanı ne olursa olsun. Hiç kimsenin bunu yapmaya hakkı ve yetkisi yoktur. Nebi ve Resullerin izini süren Tevhit yolcuları bu duruma asla prim vermemelidir.  

        Lütfen şu tabloyu gözünüzde bir canlandırın! Allah; seçtiği Elçilerini zamanın en etkili ve yetkili, gücü elinde bulunduran kişilerine gönderip hakikati anlatmalarını istiyor. Ellerinde silah-bıçak olmadığı gibi yanlarında ne kendilerini koruyacak ne de sıkıştıkları zaman güvenip sığınacakları bir yer yok. Hem de hiçbir kanun ve nizamın olmadığı, hak ve adaletin en azılı zalimlerin (Nemrut, Firavun, …) iki dudağının arasında olduğu bir zamanda. Şimdi soruyorum: Hangisi ben gitmem, ben yapamam dedi? Hiçbiri değil mi? Örneği yok çünkü. İşte Kur’anla inşa olmak budur. 

        Kur’an kıssaları, inanarak ve anlayarak okuyanlar için en büyük moral ve motivasyon kaynağıdır. Hem de canlı ve çok özel kişisel gelişim aracıdır. Ancak bunun için kıssaları, tarihte olup bitmiş vakalar değil her an yaşanacak ve her devirde karşımıza çıkacak olaylar olarak görmek gerekir. Yani kıssaları anda yaşadığımız takdirde karşımıza çıkan durumları vahyin aydınlığında doğru değerlendirebiliriz. Soru ve sorunlara doğru çözümler üretebiliriz. Bırakın tüm dünyayı. Bugün bir buçuk milyar nüfusuyla Müslüman dünya, Kur’anla inşa olmadığı için günümüzün Nemrut ve Firavununu görmüyor/göremiyor. Gören de bir şey yapmıyor/yapamıyor. Halbuki bugünün Nemrut ve Firavunu tarihtekilere rahmet okutacak kadar daha büyük zalim olduğu çok açık. Düşünün! Kur’anın anlattığı Firavun, sadece erkek çocuklarını öldürüyordu. Bugün Gazze’deki Firavun ise erkek-kız, genç-yaşlı demeden tüm insanları öldürüyor. Silahla öldüremediğini de açlıkla öldürüyor. Aslında tüm insanlığın gözü önünde insanlığı öldürüyor. Ama kimse bir şey yapmıyor/yapamıyor. Sorun; karşısına bir Musa’nın çıkmamasıdır. Aynı zamanda Firavuna karşı olanların, Musa’nın yanında yer almamasıdır. Hem de Allah; “Size ne oluyor da Allah yolunda ve “Rabbimiz! Halkı zalim olan bu şehirden bizi çıkar, bize tarafından bir dost ver ve bize katından bir yardımcı ver!” diyen zayıf düşürülmüş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!” (Nisa:4/75). Diye açık açık uyardığı halde. Hadi gel de şimdi, Müslüman dünyanın Kur’anla inşa olduğunu söyle!

        Bu konuda bir eksik ve yanlış anlayış da şu olsa gerektir. Nebi ve Resullerin seçilmiş olması, sanki görevlerini zorla yapıyorlarmış gibi bir anlatımın hakim olduğu görülür. Nebi ve Resullerin seçilmiş olmaları elbette gereklidir. Çünkü böyle bir görevi yapabilecek nitelikte seçkin insan olmaları aklen de zorunludur. Ama bu görevlerini istemeden yaptıkları anlamına gelmez. Nitekim Yunus (as) Allah’ın verdiği süre dolmadan izinsiz olarak görev yerini terk ederek gemiye binip kaçtığı net olarak anlatılır. (Saffat:37/140). Yani vahiy insanı inşa ederken kimseye zorla bir şey yaptırmaz.

        Bu cümleden olarak; Muhammed (as)ın da ilk vahyi aldıktan sonraki durumuyla ilgili hayali anlatımlar olduğu görülür. Hira’da ilk vahyi alınca korkmuş, gelenin Melek mi yoksa Şeytan mı olduğu şüphesine kapılmış. Eve gelerek Hatice annemize üstünü örtmesini söylemiş. Hatice annemiz durumu öğrenince sen doğru yoldasın, gelen mutlaka Melektir, diyerek kendisini teselli etmiştir. Gerisini anlatmaya dilim varmıyor. Allah aşkına! Bu anlatımın; Kur’anın tanıttığı Resul portresiyle taban tabana zıt olduğunu anlamak çok mu zor? Allah’ın Elçisi, kendisine gelenin Melek mi yoksa Şeytan mı olduğunu anlamaktan uzaksa, Kur’ana nasıl güvenilecek? İşte “Kaş yapayım derken göz çıkarmak” bu olsa gerek. Muhammed (as)ın korkusu gelenin Melek mi Şeytan mı olduğunu bilmemeden değildir. Üstlendiği görevin sorumluluğuna karşı duyarlı olmasındandır. Başka bir deyişle, görevi hakkıyla yapıp yapamamanın verdiği korkudur. İşin sonunda mahcup olmama korkusudur.

        Tabi meallerde genelde ikinci gelen vahiy de (Müddessir:74/1-7) bu anlatıma paralel olarak tercüme edildiğinden sıkıntı büyümekte, Kur’anın inşa fonksiyonu tamamen ortadan kaldırılmaktadır. Olayı hatırlayalım. Hani Hatice annemiz Muhammed (as)ın üstünü örttü deniyor ya. Müddessir Suresinin ilk ayetini de buna uygun olarak “Ey örtüsüne bürünen” diye tercüme ediyorlar. Halbuki burada bürünenden maksat; örtüye bürünen değildir. “Elçilik göreviyle bürünen, Elçilik görevini üstlenen” demektir. Sonraki ayetler bu durumu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Şöyle ki; “Kalk ve uyar. Sadece Rabbini yücelt. Elbiseni temiz tut. Pislikten uzak dur. Yaptığını çok görerek başa kakma! Sadece Rabbin için sabret/duruşunu bozma!” 

        Bunun anlamı şudur: Ey Elçi, üstlendiğin görev fiilen başlamıştır. Duracak zaman değildir. Burada “Kalk ve uyar” mesajı da adeta bir ültimatomdur. Çünkü hak ve hakikat; pısırıklıkla, korkarak, saklanarak, acınarak, yalvararak, düşmanından medet umarak ya da nerden geldiği belli olmayacak şekilde bir tavırla anlatılmaz/anlatılamaz. Hak ve hakikat; haykırarak, gerçekler açık ve seçik bir bir ortaya konarak anlatılır. Kalkmak; sadece üzerindeki ataletten/yorgunluktan/miskinlikten kurtulmak değil aynı zamanda inandığın hak ve hakikate uygun bir duruş ve güç gösterisi sergilemektir.

        Vahyin inşa ettiği insan olabilmek dileğiyle, esen kalınız.

        27 / 08 / 2025 - Zübeyir ÇÖMLEKÇİ

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —