Eğitimci yazar Soner Atabek yazdı

Tarih: 22.07.2025 20:06

Yaşamak Diye Bir Korku Var İçimizde...

Facebook Twitter Linked-in

Hiç düşündünüz mü? İçimizdeki en derin korku ne? Ölüm mü dersiniz? Aslında hayır, bence çok daha sinsi, çok daha dokunaklı bir korku var içimizde: yaşamak. Evet, yanlış duymadınız, yaşamak. Şaşırtıcı gelebilir ama bir an durup, kalbinizin sesini dinlerseniz, bu cümlenin yankılandığını duyacaksınız. Tıpkı büyük üstat Osho'nun fısıldadığı gibi: "Ölümden korkmuyoruz. Yaşamdan korkuyoruz. Yaşamı ertelediğimiz ve yaşamadığımız için korkuyoruz." Sanki hayat, bir türlü cesaret edemediğimiz, hep bir sonraya ertelediğimiz bir hediye gibi...

Farkında mıyız bilmem ama içimizdeki inançların çoğu bize dışarıdan giydirilmiş, değil mi? Ama en acısı ne biliyor musunuz? Bu inançların birçoğuyla, farkında bile olmadan, adeta bir antlaşma yapmışız. Sanki ruhumuzun derinliklerinde "evet" demişiz onlara. Ve bu anlaşma o kadar güçlü ki, aslında onların kocaman bir yalan olduğunu aklımızla bilsek bile, kurallarına karşı gelmek, içimizde tarifsiz bir suçluluk ve utanç duygusu uyandırıyor. Tıpkı bir şehrin yasaları nasıl o şehrin hikayesini yazarsa, bizim de inanç sistemimiz, o en özel, en kırılgan rüyamızı, yani kendi iç dünyamızı yönetiyor. Bu kurallar zihnimizde öyle bir yer edinmiş ki, içimizdeki o sessiz yargıç, hep onlara göre karar veriyor. Yargılıyor, hüküm veriyor ve biz de kurban olup durmadan cezamızı çekiyoruz. Peki, sizce bu rüyada gerçekten adalet var mı? Ben yüreğimle soruyorum, var mı?

Gerçek adalet dediğimiz şey, bir hata yaptığımızda bedelini bir kez ödetir, değil mi? Bir kere ağlarız, bir kere öğreniriz, biter. Ama ya adaletsizlik? Ah, o nasıl da acımasız! Aynı hatanın bedelini bize tekrar tekrar ödetiyor, içimizi dağlıyor. Kaç kez öderiz sizce bir hatanın bedelini? Binlerce kez desek, abartmış olmayız herhalde. Düşünsenize, bu dünyada aynı hatanın bedelini binlerce kez ödeyen tek canlı biziz. Diğer canlılar bir yanlış yaptıklarında cezasını bir kez çeker ve geçer. Ama biz? Ah, bizim o çok güçlü, bazen de lanet gibi olan belleğimiz yok mu! Bir hata yaparız, kendimizi yargılarız, suçlu buluruz, ceza veririz. Eğer adalet buysa, tamam, bir daha yapmayız. Ama ne yazık ki, o hatayı her hatırladığımızda kendimizi yeniden yargılıyoruz, yeniden suçlu buluyoruz ve ruhumuzu yeniden cezalandırıyoruz. Hele bir de yanımızdaki sevdiklerimiz, eşimiz ya da dostumuz, bu hatayı bize sürekli hatırlatıyorsa, bu ceza sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor. Yüreğinizle söyleyin, bu adil mi?

Aynı şekilde, biz de başkalarına aynısını yapmıyor muyuz? Eşimize, çocuklarımıza, anne babamıza… Onların bir yanlışını her hatırladığımızda, o an içimizde biriken tüm öfkeyi, tüm o duygusal zehri onlara akıtıyor, aynı hatanın bedelini defalarca ödetiyoruz. Bu mu yani adalet? Kalbiniz rahat mı bu duruma?

Zihnimizdeki bu yargıcın yanlış kararlar vermesinin nedeni basit aslında: çünkü inanç sistemimiz, yani o "yasa kitabımız" temelden yanlış. Tüm o rüya, bir yalanın, bir sahteliğin üzerine kurulu. Zihnimizde depoladığımız inançların yüzde doksan beşi koskoca bir yalan ve biz bu yalanlara sımsıkı tutunduğumuz için acı çekiyoruz. Düşünün bir kere…

Toplumsal rüyada insanların acı çekmesi, korku içinde yaşaması, duygusal dramalar yaratması aslında ne yazık ki "normal" kabul ediliyor. Ama gelin görün ki bu toplumsal rüya pek de hoş, pek de sevimli bir rüya değil; tam tersi, şiddetin, korkunun, savaşın, adaletsizliğin ta kendisi. İnsanların bireysel rüyaları farklılık gösterse de, çoğu zaman içimizde büyüyen birer kâbus gibi. İnsanlık ailesine bir bütün olarak baktığımızda, yaşamın neden bu kadar zor olduğunu anlıyoruz: çünkü korkular, adeta bir canavar gibi yaşamı yönetiyor. Dünyadaki insan toplumlarında gördüğümüz şey, muazzam bir ıstırap, kızgınlık, intikam, bağımlılıklar, sokaklarda kol gezen şiddet ve devasa boyutlarda adaletsizlik. Ülkeden ülkeye boyutları değişse de, toplumsal rüya hep korku tarafından yönetiliyor.

Toplumsal rüyayı, dinlerin bize anlattığı cehennemle bir kıyaslayalım mı? Şaşıracaksınız, çünkü aslında aynılar, tıpatıp benziyorlar. Dinler cehennemi, korku dolu, acı ve ıstırap çekilen, ateşin sizi yaktığı bir cezalandırma yeri olarak tarif eder, değil mi? O ateş dediğimiz şey ise korkudan kaynaklanan duygularla oluşuyor. Öfke, kıskançlık, nefret gibi duyguları hissettiğimizde, içimizde bir ateşin bizi yaktığını hissetmez miyiz? İşte o an, kendi cehennem rüyamızı yaşıyoruz demektir. Buda'nın bilgece sözleri bunu ne güzel anlatır: "Acıdan korkma, acıdan kaçma. Acıyı anla, böylece özgürleşebilirsin."

Eğer cehennemi bir zihin durumu olarak düşünürsek, o zaman zaten cehennemle kuşatılmış durumdayız. Bazen başkaları bizi "böyle yapmazsan cehenneme gidersin" diye uyarır. Ama size kötü bir haberim var, içimizi acıtan bir gerçek bu: Biz zaten cehennemdeyiz. Buna, bize cehenneme gideceğimizi söyleyenler de dâhil! Hiç kimsenin, bir başka kişinin cehenneme gideceğini söylemeye hakkı yoktur, çünkü zaten buradayız, bu ateşteyiz. Başkaları bizi daha da derin bir cehenneme çekebilir mi? Elbette, ama unutmayın, bu sadece bizim iznimizle olur. Her insanın kendine ait bir bireysel rüyası var. Ve bu bireysel rüyalar da çoğu kez korkuların esiri altında yönetiliyor. Kendi yaşamımızda cehennem rüyası görmeyi öğreniyoruz, içselleştirdik sanki bunu. Elbette aynı korkular, her insanda farklı şekillerde kendini gösteriyor. Ama hepimiz kızgınlık, kıskançlık, nefret, çekememezlik gibi olumsuz duyguları deneyimliyoruz. Bireysel rüyamız, korkuların kıskacında geçen, bitmek bilmeyen bir kâbusa da dönüşebilir. Ama durun bir dakika! Bu kâbusu yaşamaya gerek yok ki! Haz dolu bir rüyayı da yaşamak mümkün. Kalbiniz buna inanıyor mu?

İnsanlık olarak sürekli gerçeğin, adaletin ve güzelliğin peşindeyiz, değil mi? Dışarıda arayıp duruyoruz, sanki bir hazine sandığı gibi. Gerçeği arıyoruz çünkü zihnimizde depoladığımız yalanlara inanıyoruz, bizi kör eden o perdelere. Adaleti arıyoruz çünkü inanç sistemimizde adalet yok, vicdanımız sızlıyor. Güzelliği arıyoruz, çünkü kişi ne kadar güzel olursa olsun, o kişinin güzelliğine gerçekten inanmıyoruz, içimizdeki şüphe kurt gibi kemiriyor. Krishnamurti'nin o derin sözleri, bu durumu ne kadar da güzel özetler: "Hakikat, gidilecek bir yer değildir. O, sizin kendi varlığınızdadır."

Aslında her şey zaten içimizde olduğu halde, gerçeği, adaleti, güzelliği umutsuzca dışarıda aramayı sürdürüyoruz. Arıyoruz, arıyoruz, arıyoruz… Ama bulunacak bir gerçek yok ki! Başımızı nereye çevirsek çevirelim, gerçeği her şeyde görebiliriz, o her yerdedir. Ama zihnimizde depoladığımız o anlaşmalar ve inançlar, sanki gözümüze inen bir perde gibi, gerçeği görmemizi engelliyor. Gerçeği göremiyoruz çünkü körüz. Sahte inançlar gözlerimizi kör etmiş durumda. Bu yüzden sürekli haklı olmaya ihtiyaç duyuyoruz. Başkaları haksız, biz haklıyız! İçimizdeki o haklı olma arzusu, bizi kendimize kapatıyor. İnandığımız şeylere güven duymaya ihtiyaç duyuyoruz. Ve ironik olan şu ki, bu inançlar, bizim acılarımızı, en derin yaralarımızı yaratıyor. Adeta bir sisin içinde yaşıyoruz ve bu sis burnumuzun ötesini görmemizi engelliyor. Bu sis, bir rüya, sizin hayatla ilgili o en özel, en kırılgan bireysel rüyanız. Bu rüya, kim olduğunuzla ilgili inanç ve kavramlarınızdan, kendinizle, başkalarıyla hatta Tanrı'yla yaptığınız o görünmez anlaşmalardan oluşuyor.

Soner Atabek Der ki: "En büyük korkumuz ölüm değil, kendi hayatımızı cesurca yaşamaktan vazgeçişimizdir. "Bütün zihniniz, o sisin ta kendisi.

İşte bu yüzden insanlar hayata karşı çıkıyor. Yaşamak insanların en büyük korkusu. Ölüm, sahip olduğumuz en büyük korku değil; en büyük korkumuz, yaşamak için risk almaktan korkmamız. Gerçekte kim olduğumuzu ifade ederek, tüm benliğimizle var olabilme riskini almaktan korkuyoruz. Sadece kendimiz olmaktan, kendi benzersiz ışığımızı parlatmaktan korkuyoruz. Hayatımızı, başka insanların taleplerini, beklentilerini karşılamaya çalışarak yaşamayı öğrendik. Başka insanların bakış açılarına uygun olarak yaşamayı öğrendik. Neden mi? Çünkü kabul edilmemekten, başkası için yeterince iyi olamamaktan korkuyoruz. Bu korku, bizi kendi içimize hapsediyor.

Soner Atabek Der ki: "Hayat, korkuların sis perdesini aralayıp gerçekte kim olduğunu yaşama cesaretini gösterdiğin an başlar."

Peki siz ne dersiniz? Yüreğinizle konuşun şimdi. Bu korkularımızla yüzleşip, gerçekten, ama gerçekten yaşamanın zamanı gelmedi mi sizce? Kendimize bu şansı vermeyecek miyiz?


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —